21 Mayıs 2013 Salı

C Kuşağı:)


20130515-081433.jpg
“Sizler C kuşağısınız. 3C çok önemli: Connection(bağlantı), Communication(iletişim), Colloboration(işbirliği). Artık herkes birbiri ile internet üzerinden çeşitli araçlarla, çoğunlukla facebook gibi tanışıyor. Hayatınız boyunca birbirinizi görmeyecek olsanız da birbiriniz ile ilgili pek çok şeyi biliyor, resimleri görüyor ve fikir sahibi olabiliyorsunuz. Osaka’daki birinizin yemek tarifini Talin’deki bir diğeriniz kendi mutfağında deniyor.
Ve siz buna “connection” diyorsunuz. İşte sizin jenerasyonun en büyük açmazı da burada. Birbiriniz ile bağlantıdasınız ancak dünyada olan bitenle bağlantınız kopuk. Oysa bağlantıyı kalben, içten kurmanız gerekir ki dünyayı değiştirmek için bir
katkınız olsun.”
20130515-081345.jpg
Duke Üniversitesinin bu yılki mezuniyet töreninde Melinda Gates kelimlere aynı olmasa da yukarıdaki konuşmayı yaptı.
Gerçekten de şu anda yaşanan en büyük sıkıntının yeteri kadar bağlanamamak olduğunu düşünüyorum ben de. Bu müthiş bir baskı yaratıyor. Herkes anlaşılmak, duyulmak ve en önemlisi dinlenmek istiyor. İstirahat etmek anlamında değil:) dinleme en önemli meziyetlerden biri. Birini sadece onun için dinlediğinizde, kendi merakımızı gidermek için değil de onun için merak ederek dinlediğimizde inanılmaz bir değer yaratabiliyoruz.
Kendimizi, dünyanın geleceğini emanet edeceğimiz C kuşağı çocuklarımızın çoğu ise tamamen kendilerine dönük, kimse için şurdan şuraya gitmeyen çocuklar olarak yetişiyorlar. Fark yaratmayı en çok facebook arkadaş sayısı, twitterdaki takipçileri olarak algılıyorlar gibi gözlemliyorum. Tabii ki sadece Türkiye’deki çocuklardan bahsedebilirim ancsk. Esasen ne kadar çok arkadaş o kadar derin bir sorumluluk üstlendiklerinin farkına vardıklarında sosyal medyanın gücünü bu dünyada en ufacık da olsa birşeyleri iyileştirmek için kullanabileceklerini görecekler.
Sanal dünyada “beğenmedim” diye işaretleme şansı yok örneğin. Bu başta en çok hoşuma giden tarafıydı facebook’un açıkcası. İtirazımız varsa yorum kısmına yazabiliyoruz. Yazım dünyasında da bu çok riskli oluyor. Herkes kendi iç sesi ve tonlamasıyla okuduğunda basit bir “sana katılmıyorum manasına gelen “beğenmedim” işaretlediğinde oluşacak etkiden daha büyük bir negatif etki yaratılabiliniyor.
“Yüzyüze, dizdize, cancana” bağlantı kurmanın kolay olmadığı gerçeği bizleri sanal bağlantının dayanılmaz çekimine kaptırıyor. Birine çok daha kolay arkadaşlık teklif edebiliyoruz artik. İtiraf ediyorum; ilk defa liseden bir erkek arkadsşıma facebook’ta arkadaşlık teklif ederken çok zorlanmıştım; ya ona çıkma teklif ediyorum sanırsa diye. (X kuşağı bu deyimi anlayacaktır:)) Bunun gibi gerçek hayatta hoşumuza gitmeyen biri ile yüzleşmek, konuşmak yürek isterken; orada birini, bir grubu kolaylıkla “arkadaşlarımdan çıkar” diyerek yok edebiliyoruz hayatımızdan. Biri bizi arkadaşlarının arasından çıkardığında da o kadar da takılmıyoruz değil mi?
Önce sormalıyız;
Kendimle ne kadar bağlantıdayım?
Dışardan koç konumda bakacak olsam hangi aktivitelerimi “beğendim” veya “beğenmedim” olarak işaretlerdim?
Cancana bağlanmak adına bir tek şeyi farklı yapacak olsam o ne olurdu?

Zaman mı, O da ne ki?


images
Gökyüzünde bir yerde, Atlantik Okyanusunun üstündeyiz. Uçaktaki monitor St John’s ve Corner Denizaltı Dağları üstündesiniz diyor, kimbilir kaç saat öncesindeyiz Dünyanın neresinin?
Bu çok acaip bir duygu. Daha önce de zaman kavramını böyle yaşamıştım. Yelkenli ile hiç rüzgarsız bir havada yol alırken, kaptan bana dümeni teslim ettiğinde ve uzakta gözüken fenere kadar rahatça gidebileceğimi, kendininse biraz kestireceğini söylediğinde şu saçma soruyu sormuştum: “Fenere gelince onun iskelesinden mi sancağından mı geçmeliyim?” “Sen kullanmana bak, ben 40 kere uyanırım sen gelene kadar” deyip çok gülmüştü.
4490
Soru başta saçma gelmeyebilir tabii. Ancak 14 mil uzaklıktaki bir fenere 7 saat sonra ulaşabileceğini kavramak, insanın 7 saat sonrasını görebilmek demek. Bu da sanki bir zaman tünelindeymiş de ermişim hissini vermişti bana. Çok etkilenmiştim.
Şimdi uçakta bu duygu daha da tuhaf. Çünkü şu an bir de saat farkı giriyor devreye. İleriye uçuyoruz. Daha önce kazandığımı zannettiğim 7 saati şimdi ödeme zamanı. Hayat böyle birşey aslında. Tamamen izafi ve bir enteresan düzlem ve gerçek bir adalet içinde. Herşeyi ödüyorsun ve aynı şekilde kazanıyorsun. Herşey hem boş, hem değerli. Hayat gerçekten de bir “an” veya “sonsuz.”
Herşey bize kalmış. Nerden bakacağımıza. Aşağıdan mı, yukardan mı; geçmişten mi, gelecekten mi. Hatta daha basitinden Atlantik mi veya Pasifiten mi, hangi okyanus yönünden? Seç hayatın ileri veya geri gitsin. Veya genişlesin, daralsın. Seçen biziz, sorumluluk bizde:))
Can Karaburçak/20-21 mayıs, 23 NY, 6 İst, XHrs X?

7 Mayıs 2013 Salı


Güleryüzlü Olabilmek ve Kalabilmek Üstüne

images
Gülerken 17 kasımızın çalıştığını biliyor muydunuz? Botoks tuzağına düşmediyseniz☺ kaslarınız yukarı kıvrılabiliyor ve beyninize mutluluğu müjdeliyor. Kasların fiziksel olarak kıvrılabilmesi çok çok önemli, çünkü bu sayede ilgili mesaj ulaşıyor beynimize.
Yıllar evvel bir arkadaşımın babasının cenazesinde annesini uzaktan tabutun başında gülerken gördüğümde çok şaşırmıştım. Sonra yakınına gidince aslında gülmediğini sadece yüz çizgilerinin yukarı doğru derinleşmiş olduğunu farkettim. O günden sonra da kendime bu hedefi koydum. Benim de yüz çizgilerim yukarı doğru olacaktı.
Gülmek herkese çok yakışıyor. Seminerlerimde bazen alışkanlıkları nedeniyle asık suratlı oturan katılımcıları gözlüyorum. Onlara bu konuda farkındalık yaratmak için soruyorum: “Herkes aynaya bakmasa da görür kendini, bilir nasıl bir görüntüde olduğunu, en azından o an için. Hadi o zaman söyleyin bakalım şu an beden diliniz mutluluk yansıtıyor mu?” Biranda toparlanıp gülümsemeye başlıyorlar ve yüzlerinde gerçekten de güller açıyor.
Hem içimize hem de dışımıza bunu yansıtmak ne güzel ne kadar da kolay. Üstelik bize geri de dönüyor.
Çok yeni tanıştığım bir eczacı Hanım bana “Mutlaka eczaneme beklerim. Benim orası inanılmaz doludur dostlarla, herkes çaya, kahveye gelir” dediğinde çok yakın, güleryüzlü, nazik biri olduğundan emin olmuştum bu tarifinin gerçek olduğuna.
Dün tesadüfen uğradım. Evet dediği gibi içerisi doluydu. Esas beni şaşırtan içerisi değildi. Dışarıdan geçen herkes, o mahallelde yaşayan herkes ya el sallıyor ya öpücük gönderiyordu. Bir kısmı da başını uzatıp merhaba deyip gidiyordu. Bir daha baktım buna sebep ne diye: “Güleryüzü” ydü. Kesinlikle.
Reşat’a sormuştum: “3.evlilğe 5 ayda nasıl karar verdin?” Çok net şunu söylemişti: “Bakar mısın şu Rüçhan karımın yüzüne, bu güleryüz ömrümü uzatır dedim ve biran için bile tereddüt etmedim.”
İşte size sorularım:
-Kendinizi apansız gerçek bir aynada veya zihin aynanızda yakaladığınız anlarınızda nasıl bir beden diliniz var?
-Gülmeyi hatırlamak için neye ihtiyacınız var?
-Gülümseyen yüz ifadenizi daimi kılmak için farklı neler yapıyor olursunuz?
-O gülen “Siz”e baktığnızda; O size bu sayede farklı neler yaşadığını anlatıyor? Size ne tavsiyede bulunuyor?
Yüzümüzde hep gülücükler var eden bir yaşantımız olsun dilerim:)
Can Karaburçak-Mayıs

Güleryüzlü Olabilmek ve Kalabilmek Üstüne

images
Gülerken 17 kasımızın çalıştığını biliyor muydunuz? Botoks tuzağına düşmediyseniz☺ kaslarınız yukarı kıvrılabiliyor ve beyninize mutluluğu müjdeliyor. Kasların fiziksel olarak kıvrılabilmesi çok çok önemli, çünkü bu sayede ilgili mesaj ulaşıyor beynimize.
Yıllar evvel bir arkadaşımın babasının cenazesinde annesini uzaktan tabutun başında gülerken gördüğümde çok şaşırmıştım. Sonra yakınına gidince aslında gülmediğini sadece yüz çizgilerinin yukarı doğru derinleşmiş olduğunu farkettim. O günden sonra da kendime bu hedefi koydum. Benim de yüz çizgilerim yukarı doğru olacaktı.
Gülmek herkese çok yakışıyor. Seminerlerimde bazen alışkanlıkları nedeniyle asık suratlı oturan katılımcıları gözlüyorum. Onlara bu konuda farkındalık yaratmak için soruyorum: “Herkes aynaya bakmasa da görür kendini, bilir nasıl bir görüntüde olduğunu, en azından o an için. Hadi o zaman söyleyin bakalım şu an beden diliniz mutluluk yansıtıyor mu?” Biranda toparlanıp gülümsemeye başlıyorlar ve yüzlerinde gerçekten de güller açıyor.
Hem içimize hem de dışımıza bunu yansıtmak ne güzel ne kadar da kolay. Üstelik bize geri de dönüyor.
Çok yeni tanıştığım bir eczacı Hanım bana “Mutlaka eczaneme beklerim. Benim orası inanılmaz doludur dostlarla, herkes çaya, kahveye gelir” dediğinde çok yakın, güleryüzlü, nazik biri olduğundan emin olmuştum bu tarifinin gerçek olduğuna.
Dün tesadüfen uğradım. Evet dediği gibi içerisi doluydu. Esas beni şaşırtan içerisi değildi. Dışarıdan geçen herkes, o mahallelde yaşayan herkes ya el sallıyor ya öpücük gönderiyordu. Bir kısmı da başını uzatıp merhaba deyip gidiyordu. Bir daha baktım buna sebep ne diye: “Güleryüzü” ydü. Kesinlikle.
Reşat’a sormuştum: “3.evlilğe 5 ayda nasıl karar verdin?” Çok net şunu söylemişti: “Bakar mısın şu Rüçhan karımın yüzüne, bu güleryüz ömrümü uzatır dedim ve biran için bile tereddüt etmedim.”
İşte size sorularım:
-Kendinizi apansız gerçek bir aynada veya zihin aynanızda yakaladığınız anlarınızda nasıl bir beden diliniz var?
-Gülmeyi hatırlamak için neye ihtiyacınız var?
-Gülümseyen yüz ifadenizi daimi kılmak için farklı neler yapıyor olursunuz?
-O gülen “Siz”e baktığnızda; O size bu sayede farklı neler yaşadığını anlatıyor? Size ne tavsiyede bulunuyor?
Yüzümüzde hep gülücükler var eden bir yaşantımız olsun dilerim:)
Can Karaburçak-Mayıs

24 Nisan 2013 Çarşamba

Dank


images
Ben kafama dank etti deyimini sık kullananlardanım. Uyanmak, birden aydınlanmak , aymak, farketmek anlamında.
Almancada ise “Dank” (vielen dank gibi) teşekkür etmek anlamına geliyor.
Ne hoş diyorum anlam içinde anlam yüklü. Bunun için teşekkür etmez de ne yapmaz insan.
Günlerdir inanılmaz bir aktivite içindeyim. Hem bireysel koçluklar devam ediyor akşam iş çıkışı saatleri, hem gün içi firma randevuları, haftasonlarına denk gelen şehir içi, şehir dışı eğitimler sayesinde sürekli doluyum. Sosyal olarak çok özlediğim arkadaşlarımın İstanbul’a gelişi nedeni ile onlarla napıp edip buluşmaya da çalışıyorum, geç vakit de olsa.
Mutlaka haftada üç gün spora gitmeye çalışırken, gece olup da herşeylere yetişmiş ve ruhen rahatlayınca ah bir de ızgara hellimli ekmek yapmaya üşenmesem☺
Tüm bunlar arasında dün bir radyo programına konuk oldum. Konuk eden sevgili arkadaşım bana zamanımı tıka basa doldurduğumu bu yüzden kendime vakit ayırmadığımı gözlemlediğini söyledi.
Oysa ben öyle hissetmiyorum. En derinde bildiğim şey herşeyi kendim için yaptığım olduğu. Kendine vakit ayırmak sadece kitap okumak, yazmak, deniz kıyısına gitmek ve arkadaşlarla sosyalleşmek olarak adlandırıldığında sanki kendi istediğim hayatı yaşamıyormuşum gibi algılanabiliyormuş demek ki dışarıdan.
Oysa ki herşeyi ama herşeyi gerçekten seçerek bilinçle yapıyorum. Çok yanlız olduğum zamanlar geçiriyorum bazen; en üretken olduğum işler de hep bu anlarda çıkıyor esasen.
Esas doluluk sanırım benim için, pek de o kadar haz almadığım halde, özellikle kız arkadaşlarla gidilen herkesin hep bir ağızdan konuştuğu, gürültülü toplantılar, nişantaşı, istinye park alışveriş gezmeleri ki hiçbirine katılmıyorum ancak ikili, üçlü grup oluyorsak sonrasında buluşuyorum; güzel sohbet edebilme imkanı bulduklarımı kaçırmamak için.
Steve Jobs’un söyleşisini (Lost Interview)izlemek bana yine dank ettirdi bu durumu. Bilemem tabii sadece tahmin yürütebilirim ki daha uzun yaşamak isterdi mutlaka. Öte yandan da bu hayatında ne çok şey sığdırabilmiş. Onca para, şan şöhret (ki paranın önemsiz olduğunu sadece başarının onun için önemli olduğunu hep vurguluyordu) Tüm hayatını kendine ayırmıştı. Tutku ile yaptığı şeylere.
Yıl 1995 te kaydedilmiş, adam genç, saçları siyah, dökülmemişken, fikirleri henüz tazeyken. O söyleşi esnasında birden hapşırdı. Ben de istem dışı çok yaşa dedim. Söyleşiyi yapan hiç birşey demedi. Çok kısa biran da olsa aklımdan geçti; acaba çok yaşa deseydi durumu farkeder miydi?
Tek ve özgür olunca, çoluk çocuk mesuliyeti de olmayınca, hava bugünkü gibi insanın içini de açınca; hep dank ediyor ne kadar aslında sadece sağlıkta ve yaşıyor olmak yeterli ve esasen mucizevi. Üstüne bir de Steve’in ki kadar mıdır bilemem bir de tutku duyduğum işleri yapıyor olabilince daha ne ister insan diyorum☺
Can Karaburçak/Nisan 2013

15 Nisan 2013 Pazartesi

Kendini İkna Etmek



Mümkün.
Kesinlikle.
Sadece ikna olmaya geçerli nedenleri bulmalıyız. Gelecek odaklı kalarak. Neokorteks sistemimize geçerek.
Sonuçlarına katlanmaya razı geldiğimiz herşeyi biz seçiyoruz.
Nasıl algılandığımız umurumuza gelmiyorsa örneğin, bunu bilecek ve sonuçlarına katlanacağız. Hatta o zaman katlanmak değil de , seyretmek ve zevk almak dersek daha doğru olacak. Bile bile yapıyorsak sonucundan da zevk alıyoruz demektir; acı bile verse. Acıyı deneyimlemek de bir tattır kimi için. Vazgeçilmezdir hatta, hayattaki tadların farkına varma biçimidir. O olmazsa keyfli olmayı nasıl bileceğiz?
kimlikler
Bazı koçluk görüşmelerimde. “İç sesler diyoloğu” diye bir yöntemi kullanıyorum Çok güçlü bir yöntem. İçimizdeki değişik kimliklerimizi farketmek ve “hangisini daha çok hayatımza katarsak istediğimiz sonuçlara ulaşırız?”ı deneyimletmek için kullanılan bir yöntem.
Cılız bir şekilde zaman zaman duyabildiğimiz bir kimliğimizin sesine kulak vermek bazen bize inanılmaz yol aldırabiliyor. Onu o kadar duymamaya alışmış olabiliyoruz ki; örneğin içimizdeki sevecenliği, veya tersi durumda içimizdeki iş odaklılığını, başarılı olmayı, bu yönümümüzü ve özlemimizi su yüzüne çıkartabiliyor.
Bunu farketmek en önemli adım. Sonrasında o sesi duymak ve o kimliğimizi hayatımıza daha fazla entegre etmek bizi hangi sonuçlara götürür, işte ondan sonrası koçluk yöntemleri ile netleşiyor. Gerçekleştirmeyi hayal ettiğimiz ortamı güçlü koçluk soruları ve yöntemleri ile deneyimleyebildiğimizde o sonuç için motivasyon yaratıyor ve sonucu büyütmek, kalıcı kılmak için eylem adımları planlıyabiliyoruz.
İkna için geçerli nedenler bulmalıyız demiştik. Geçerli neden aslında bütünlük ve uyum içinde olmamızı sağlayan temel şartlar. Önyargılarımızla yapmaktan imtina ettiğimiz bir takım tutum ve davranışlara şans vermek.
Bu şansı vermiyorsak ve sonunda geldiğimizi noktadan hala memnun değilsek o zaman geriye iki yol kalıyor;
Durumu kabullenmek veya,
Durumu değiştirmek için ihtiyacımız olan başka kimliklerimizin bizde daha fazla söz hakkı sahibi olmasına , yaşamasına olanak sağlamak.

Affetmek de, Kimi?


bank
Affetmek istiyorum. Hem de çok.
Hepimizin kendi hikayelerimizi yazdığımızı çok iyi biliyorum. Tanıdığımızı düşündüğümüzden, yaşadığımız bizde iz bırakan anılarımızla oluşturduğumuz hikayemizin hepsi değilse de ciddi bir kısmı bize ait.
Diğer taraf açısından bakmak, düşünmek ne kadar istesek de düşünemeyiz. Bunu da biliyorum.
Onun kendi içinde oluşturduğu benimle ilgili hikayesini de tam olarak bilemiyorum; ki o da benimle ilgili hikayesinin önemli bir bölümünü kendi hikayesi üzerine kurmakta. İşte öyle bir sarmal içinde herşey.
Özlemiyor muyum? Hem de çok.
Birden tamamen bir yok oluş. Kendine ait tüm parçalarıyla. Öyle çabucak, önemsemden.
İşte devam ediyorum hikayemi oluşturmaya. O kadar sık anlatıyorum ki kendime, aklıma her geldiğinde, giderek daha çok inanıyorum bu hikayenin benim değil de onun hikayesi olduğuna.
İçimizde bir yerlerde, çözüm üretmek, herşeyi eski haline getirmek için debelenen o “tarafı” nedense bir türlü dışarıya çıkartamadığımız ne kadar çok anımız olabiliyor. Hayretle ve çaresizlikle izliyorum kendimi bu anlarda.
Bir yandan soruyorum kendime: “Unutmak ve bir daha fırsat vermek sana ne kaybettirir?” Cevabım hemen yapışıyor: “Ya bir daha aynı şey olursa? Ya tam kendimi ait hissederken, bir daha tüm halıyı çekerse altımdan? Ya ben bu dostluğun ömür boyu olduğuna eminken, bir anda kendisi için çok geçerli bir sebeple olduğuna en çok ben inandığım halde, arkasına dönüp bakmadan, benim için olan değerini çok da önemsemeden, sadece kendini değil, kendi ile birlikte getirdiği o dünyayı yine çekip alırsa? Ve ben bu anlamadığım bir şekilde devre dışı bırakılmış olduğum için çok üzülmüşsem ve hala üzülüyorsam? Bir daha aynı şeyin olmasına nasıl zemin hazırlarım ki?”
Ben benim çocuğum olsam, nasıl sakınır, kollardım kimbilir kendimi. Çekip almaya çalışmaz mıydım beni bu üzüntüden? Boşver demez miydim kendime?
Derdim tabii. Derdim ki; “Kimseden hiçbirşey bekleme. Hiçbirşey beklemeyeceğin kadar uzak, sana iyi gelecek kadar yakın dur.”
Ve artık söz alırdım ondan. “Bir daha yok öyle kendini kaptırmak, bir başkasının derdini dert, sevincini senin sevincin saymak. Olması gerekenden fazlasını yapmayacaksın, tıpkı onlar gibi kendin için iyi ve doğru olduğu sürece yapacaksın. Nazik olacaksın kendinden başka kimseyi önüne almayacaksın. Sistem, hayat ne getiriyorsa onun şartlarına hemen adapte olup, geride kalanı kibarlıkla gerinde bırakacaksın. Ona ne olmuş, üzülmüş mü, kalbini mi kırmışsın, çok da senden beklenmeyen bir şekilde mi gitmişsin aldırmayacaksın.Tamam mı?”
Karşımdaki “ben”in boynu bükük. “Peki” diyor.” İçindeki cılız sesi elinin tersiyle itiyor.
“Ama ben, ben olamam ki” diyen o sese,
“Sus artık; sen sen oldun da ne oldu sanki, bundan sonra herşey benim dediğim gibi olacak” diyor. “Böylece garanti olarak bir daha hiç incinmeyeceksin.
Hadi şimdi kendini affet, herşeyi sonuna kadar kendi bildiğince doğru yaptığın yine de bu sona geldiğin için kendine kızma. İnsan denediği için ancak “afferim” demeli kendine. Onu-onları değil, kendini affet; bu kadar sana sızmalarına, gönlüne girmelerine izin verdiğin için.
Artık senin için çok önemleri kalmadığında tekrar biraraya gelecek ve eskisinden daha hafif ve keyifli günler geçirebileceksiniz.
Zamana güven.”