20 Şubat 2013 Çarşamba

Jung’un Günümüze Uyarlanmışı Bu Herhalde:))


Can Karaburçak/ Ağustos 2012
İlk defa Ankara’da 2007 senesinde ilgimi çeken  bir hitap şekli ile karşılaşmıştım. Istanbul’daki arkadaş çevremde gerçekten o güne kadar hiç duymadığım birşeydi bu; tesadüf de olabilir, yeni nesil, çocukların yaşı filanla da ilgili olabilir tabii.  Artık ilk kimler başlamışsa bu şekilde hitaba, hemen herkes sahiplenmiş ve içselleştirmiş görünmüştü bana. Yıl 2012 artık İstanbul’da da yakınlarımın çocuklarına seslenmesi benzer şekle dönüştü.
Çocuklarına, “anneciğim, babacığım, teyzeciğim, halacığım”  şeklinde seslenen bir sürü kişi var.
Büyüklerin çocukları farkına varmadan kendi kimlikleri ile ezdiğini düşündüğüm bir konuşma şekli bu. Çok masumane olmasına rağmen, o çocuklara küçükken kendi isimleri ile seslenilmemesi bana sanki ileride çocuklarda ve toplumda sorun yaratacakmış gibi geliyor.
Telefonunu açmak için izin istiyor mesela biri ve “Efendim anneciğim?” diyor. Kim acaba konuştuğu çocuğu mu annesi mi  anlayamıyorsunuz. (Çoğunlukla çocukların telefonuna cevap veriliyor sanırım, gerçek anneler bekleyebilirlerJ)
Gercekten neden böyle sesleniyor herkes miniklere, ileride çocuklar üzerinde bu aşırı sahiplik bir sorun yaratır mı?
Veya hiç zararı olmaz mi, merak ediyorum gerçekten, anlamaya çalışıyorum.
Başka lisanlar ve kültürlerde de var mı bu yaklaşım, varsa neye hizmet ediyor?

Bir Ömür Mutluluk; Paket Olsun Lütfen




Bir Ömür Mutluluk; Paket Olsun Lütfen
 (Kitabıma küçük bir  göndermedir.)

 imagesBir ömür mutluluk  diye birşey var mı?
Henüz ömrümü tamamlamadım şükür, ancak kesintisiz bir mutluluk  deneyimim de olmadı.  Evet hep aradım ve öyle olabilmeyı umdum. Yakaladığım zamanlar da oldu, ancak sürdüremedim; itiraf ediyorum.
Genç bir kızken, özellikle yaz tatillerinde zamanımı istediğim gibi “harcama” lüksüne de sahipken; kaybetme, başarısız olma, yanlış karar alma, olmayacak birine aşık olma gibi korkularım yoktu. Herşey eğlenceydi ve herşeyi geri sarmak, yeniden sıfırdan başlamak daha fazla mümkündü.
Peki bu arada ne oldu? Toplum beni kuralları ile sınırladı mı? Sanırım evet.  çünkü ben onların çoğu kuralını kabul ettim ve içselleştirdim. Bu da benim pek çok alanda vizyonumu ve spontanlığımı köreltti.
Geçen gün Bebek’ten Rumelhisar’ına yürürken o şahane manzaralı binalara baktım. Orada yaşayanların mutlu ve şanslı bir azınlık olduğunu düşünürüm hep. Onlar peki herşeye rağmen sadece burada oldukları için daha mutlular mı? Cevabı tahmin edebiliyorum.
Bazılarımız genetik olarak mutlu doğuyoruz. Eğer siz de benim gibi o şanslılardan değilseniz ve sadece bazı dönemler mutluluğu yakalıyorsanız, o zaman onu en sevdiğiniz yemeği yer gibi yavaş yavaş, tadına vara vara, sindire sindire yemenizi tavsiye ederim.
Ben hayatı uzun bir yol olarak algılayanlardanım. Herseyin otomatige bağlandığı bugünlerde artık vitesli hayatı tercih ediyorum. Seçtiğim hıza göre doğru vitese geçmenin tadına varmak gibisi yok. Hüner, hayatı da araba gibi bağırtmamakta, ağlatmamakta. Bazen benzinim azaldığından, bazen de sessiz kalmak istediğimden tabii ki vitesi arada boşa alıyorum.
Ara duraklardan yeni bir paket mutluluk almak mümkün artık benim için. Onu da tadına vara vara tüketmek, bir sonraki yolda yeniden alabileceğimi bilmek gibisi yok. Bir ömür mutluluk ancak böyle mümkün benim açımdan. Kesintisiz olanından imal edilmiyor sanırım. İlla ki eskiyor, yenisi gerekiyor veya tazelenmesi.
Bir ömür olacak diye aradığım mutluluk yerine artık yolda gözüme kestirdiğim durakta durup;
“Ver bir mutluluk daha, paket olsun” diyorum ve fonda çalan Chris Rea’nın muhteşem şarkısını sözlerini değiştirerek söylüyorum; “A Road to Heaven”.

Tek Bir Hayal Pek Çok Hayale Değer mi?




Hayaller Çemberi
Slide1
Bir çember yapalım hadi. İçini üçe beşe, kaça bölmek isterseniz bölelim.
Biri iş hayaliniz olsun mesela. Biri çocuğunuz için hayaliniz, diğeri arkadaş, bir diğeri eş, anne, baba, ortağınız, kardeş, yaşlılık, kendiniz, yaşadığınız yer .
Herbiri için en samimi hayaliniz ne?
1-Nasıl bir “kendinizle ilgili yaşlılık hayaliniz var örneğin?
Kimler var yaşlandığınızda yanınızda?
Arkadaşlar?
Aile?
Gençler?
Yeni tanışlar?
Kimse?
Köpek-kedi?
2- Ya sevgili-koca? Hayalinizdeki gibi mi ordaki durumlar?
3-Arkadaş hayali mesela?
Şimdi arkadaşlarınız tam da hayal ettiğiniz gibi mi?
Gelecekte de onlar mı var yanınınzda?
4- Anne-Baba-Kardeş hayaliniz
Hayalinizdeki daha mı şefkatli?
Tam da istediğinizi gibi her an sizin yanınızdalar mı?
Gerçek bu hayale yakın mı, uzak mı?
İlk üçü biraz kendi kontrol alanımızda olan hayaller. Onlara ulaşmak için yapabileceğimiz şeyler var.
Peki hangi hayalinizi daha çok büyütmek, gerçekleştirmek için çaba sarfetmek diğer hayalleriniz için de bir olumlu etki alanı oluşturur?
Sizi mutlu kılan hangi hayaliniz büyür veya hayal çemberinizdeki kendi önemini farklı bir yere taşır; büyütür veya küçültür?
Veya hayal ettiğinizden çok uzaklaşan bir gerçek sizi bir başka hayali gerçekleştirmeye taşımışsa, taşıyacaksa, o hayal küçülürken sizi üzmez mesela?
Untitled
“Hayaller kurma, gerçekci ol” diye diye büyütüldük, eğitildik. Oysa herşey hayal etmekle başlıyor yeni farkettik.
Şükür ki farkettik.

Eyvah! Okulum bitti, peki şimdi hangi işe başvurmalıyım, hangi kariyeri seçmeliyim?


 


Sanki tüm hayatım boyunca yanlış melodiyle dans etmiş gibiyim.(Nietzsche)
 images-1Sorularım:
Neyi yaparken coşuyorsun?
Neyi tutku ile yapmayı seviyorsun?
Olmakta mı işin tutku kısmı, yoksa yapmakta mı? 
Örneğin; başarılı olmak mı tutkunuz, yoksa başarılı olmanızı sağlayan şeyi yapmak mı?
Bunu farkettiğiniz an sadece kariyerinizi değil yaşamınızı da seçmiş oluyorsunuz.
Nietzsche’yi seviyorum;
“Öyle bir yaşam seç ki, defalarca yaşasan hiç bıkmayacağın olanından olsun.”
Tüm  koçluklarım gibi kariyer koçuluğunu da bütünsel yaklaşım üzerine yapılandırıyorum.  Yaşam bir bütün zira, şimdiki seçimlerimiz geleceğimizi doğuruyor.
Merve nefis bir genç kız. Pratik  bir zekası, güzel bir görüntüsü, onun ötesinde enfes bir kendini ifade edebilme becerisi var.
“Okul bitiyor, teyze ne yapacağım, nasıl bir işe başvuracağım, beni tam olarak ne mutlu edecek, ne istiyorum hiç bilmiyorum  lütfen bana yardım et” isteği üzerine konuşuyoruz.
Soruyorum:
*Neyi yaparken coşuyorsun?
*Neyi tutku ile yapmayı seviyorsun?
*İnsanların seni hayranlıkla seyrettiği, dinlediği, senin de kendini çoğaltarak var olduğun o sihirli anlarda sende neler oluyor?
*Coştuğun anlarda, tam olarak orada ne yapıyorsun?
*Dışarıdan sana baklıdığında nasıl gözüküyorsun ; gözlerin, sesin, beden dilin  nasıl?
*O anları yaşarken sen tam olarak kimsin?
*Bu anlar senin için neden değerli?
*Bu özel anları yaratmana neden olan sana has becerilerin neler?
*Hangi alanlarda/ortamlarda bu eşsiz keyfi deneyimliyorsun?
*Okulda nasıl deneyimliyorsun?
*Sosyal ortamında nasıl?
*Bugün 2023 senesindeyiz varsayalım. 10 yıl sonrasında tam da istediğin kariyeri yapıyorsun. O meslek her ne ise, hangisi olduğu önemli değil, insanlara işin ile ilgili neler anlatırken duyuyorsun kendini?
*Bu işinde bana anlattığın tüm o özel becerilerinden hangilerini en çok kullanıyorsun?
*İşini yaparken seni onda tutan “tutkun” ne?
Bir şey’den hoşlanmaktan söz edilir, aslında doğrusu; bu şey aracılığıyla kendinden hoşlanmaktır. (Nietzsche)
*Tekrar tekrar dünyaya gelsen, hep yapmaktan vazgeçmeyeceğin hangi parçası var bu kariyerin?
* Bu parçayı bulabileceğin hangi kariyer imkanları var?
Tutkunu keşfet, yaşam stilini seç; doğru kariyer önüne uzansın.

Kendi dansetmek istediğiniz melodiyi bulmanız/bestelemeniz dileğiyle nefis bir yeni yaşam diliyorum. Hazır 21.12.12 yi atlatıp, tekrar yaşama şansını bulmuşken :) 
music-notes

En Altta Yatan Değere Ulaşmak



Can Karaburçak/1 Eylül 2012
Son 5 senedir yavaş yavaş ve sağlam sağlam bedenime eklenen 8 kilodan kurtulmak için çeşitli oyunlar oynamaktayım; kandırma oyunları, kendi kendimle. Önce spor yapmak için İstanbul’un en pahalı en havalı, en, en, en, nesi varsa, o klübüne üye oluyorum. Kendi kendime “Bak sana istediğin herşeyi sağlıyorum artık düzenli gidersin” diyorum.  Evet nefis gidiyor başlangıçta sporlu hayat. Derken 2 hafta içinde bir sürü eğitim, görüşme, seyahat bahanesi  ile ve gerekçelerimin geçerli olmasının verdiği iç rahatlığı ile kaytarıyorum. Oysa  her gitiğimde spor sonrası duygusu bana kendimi şahane hissettiriyor. Ama hafızam “balık” bu konuda.
Derken zayıflamayı başarmış arkadaşlarımın diyet listelerini alıyorum. Okumadığım kitap yok. Hepsinin ortak aklını bulup uygulamaya koyuluyorum. İlk 4 gün nefis geçiyor. Hemen kilo da veriyorum. Sonraki günler ne oluyor bilmiyorum. Şu cümleleri kurarken yakalıyorum kendimi; “Aman ya geldik gidiyoruz.  Ne saçma şimdi kendimi şu nefis mezelerden, şaraptan, rakıdan eksiklemem. Boşver, sonra diyet yaparsın”.
Eee koçluk yaparken ne yapıyorum müşterilerime; onlara ulaşmak istedikleri şeyin değeri ne ise onu farkettirmek, isimlendirmek için sorular soruyor ve arkasından o konudaki motivasyonlarını nasıl devam ettirecekleri yönde güçlü bir süreç uyguluyorum.
Kendime bu neden işlemiyor? Sağlıklı olmak benim için değerli olmalı oysa. 8 kilo fazla ile sağlıksız değilim. Hatta bu yaşım için doğal botoksluyum, iyiyim yani. İç referanslıyım ya, başkalarının bana “ aa ne kadar kilo almışssın” demesi de, “sen halledersin” demesi de işe yaramıyor.
Ankara’dayım bu ara. Bir arkadaşıma rastlıyorum. Harika incelmiş. Bana diyetsiyeninin telefonunu veriyor. Hayatımda bir defa yıllar önce diyetisyene gitmişim, ondan da kilo alarak 2 hafta içinde ayrılmışım. Bana uygulanan baskı hoşuma gitmemiş. Buna rağmen kendimi bu yeni diyetisyenin  karşısında buluyorum biranda.Hangi ara vakit buldum, randevu aldım, gittim inanamıyorum ben de kendime.  Birden içim çoşku (Mine gülme biliyorum yanlış yazdım, olsun) ve istekle doluyor. “Lütfen beni hemen ele alın. Sizinle işbirliğine hazırım” diyorum. Ama o da ne; o beni kabul etmiyor. Uzak mesafeden çalışmazmış. “Yaa skype var, ben kilomu yağ oranımı, şunu, bunu yaptırırım gönderirim” diyorum.” Olmaz” diyor. İçimdeki istek nasıl kuvvetli oysa. “Yapmayın benim motivasyonumu öldürmeyin bu çok büyük bir kötülük “diyorum. “Hayır yapamam prensiplerime aykırı diyor ve beni reddediyor.:(
Çok merak ediyorum. Hangisi doğru? Bir müşterinin kendi için değerli bir sonuca ulaşmasını desteklemek adına ona esnek davranabilip el uzatmak mı , yoksa kendi tanımladığımız başarı kriterlerine sıkı sıkı sarılmak mı? Burada yanlış veya doğru yok. “Duruma göre” yaklaşımı olmalı sanırım. Cevabı düşüne dururken, hiç çalıştırmadığım bir bankadaki hesabıma o diyetisyenin 1 aylık  ücretini gönderiyorum. 6 ay boyunca da göndermeye söz veriyorum kendi kendime.
Peki bu altı ay boyunca nasıl olacak da diyet yapacağım? Daha da önemlisi hangi dürtü ile başlayacağım. Motivasyonum dışardan gelecek bir destek  ile  değil;  benden, içerden gelecek bir sağlam bir cevapla sağlanmalı çok iyi farkındayım.
Önümüzdeki hafta kendime ödevim; hastalanmadan, gerek olmadan bu kiloları vermenin benim içimdeki kilit değerini bulmak.
Onu bulunca bu işi sonuçlandırmak için harekete geçeceğim. Ve başaracağım.
Biliyorum.

Sürüngen Beynimi Özledim:))



Yıllar evvel Osmanlı Bankasında çalışırken iletişim ile ilgili bir seminere katılmıştım. Taksim Şubesi’ne müdür olarak atanmıştım. O şube çok prestijli ve genellikle yıllarca hizmet vermiş müdürlere emekli olmalarından önce ödül gibi sunulan bir şubeydi. Bense genceciktim. Henüz 33 yaşındaydım. Yine eşimden ayrılıyorken profesyonel başarıyı kucaklıyordum. Bir yandan yeni bir sorumluluğu üstlenmenin heyecanı diğer yandan da kimin kimi bıraktığından bağımsız ” özel hayattaki başarısızlık” hissi, yeni alışkanlıklara doğru çıkılan yolculuğun o iç sancısı.
İşte tam bu sırada Ergun Zoga’nin verdigi eğitim bana ilaç gibi gelmişti. Tüm duygularımızın esasen bedenimize salgılattığımız sıvılardan, yani kimyasallardan, hormonlardan oluştuğunun altını çizmişti. Tıpkı Schopenhauer’in aşkı bir hastalık olarak tanımlaması gibi, o da dinlediğimiz müziğin etkisi ile düşüncelerimizi farklı seçebildigimizi ve bu düşünceden yola çıkarak tüm duygularımızın oluştuğunu vbunu da davranışlarımıza yansıttığımızı. Karadeniz havası olmasına rağmen müziğin tanısından hüznü seçebileceğimizi, arabesk müziğin kesinlikle bilek kesmeye kadar götürebileceğini, neşeli bir müziğin ise bizi mutlu ettiğini zira mutlu anları hatırlattığını, mutlu düşünceleri seçtiğimizi. İşte bu tam zamanında gelen bilgi sayesinde evde ve arabada en azından bana mutlu şeyleri çağrıştıracak müzikleri seçerek ayrılma travmasını hafif atlamıştım.
Bugün artık çok iyi biliyoruz ki beynimize emri veren olarak herşeyden biz sorumluyuz esasında.E peki o zaman ne akla hizmet “moody” oluyoruz da hem kendimize hem de çevremizdekilere acı çektiriyoruz.Bunu farkederek veya etmeyerek biz seçiyoruz da ondan. Buyrun beynimize bakalım, nasıl işliyor:)
Yaklaşık 100 milyon yıl önce canlılarda sürüngen beyin oluşuyor. Burada savaş ya da kaç ikilemine yanıt bulunuyor. Tamamen yaşamsal alanda kendi varlığını korumaya yönelik bir sistem. Ondan 50 yıl sonra ise limbik sistem oluşuyor. Burada aidiyet, şimdi ve geçmiş bilgiler var. Kararlarımızı bu sistem ile alıyoruz ancak ya evet ya hayır kararlarımız, ara çözüm yok. Olumlu, olumsuz herşey burada tutuluyor. Aileler, gruplar bu sistemin devreye girmesiyle oluşuyor. Hayvanlar ile anlaşmamız da bu sistem sayesinde. Aynılık sistemi. Sadece (göreceli olarak elbette) 2,5 milyon yıl önce ise neokorteks sistem oluşuyor. İşte bu sistem sayesinde tüm alternatif fikirlere ulaşabiliyoruz. 16 trilyon nörolojik yol var burada, bu yollar sayesinde limbik sistemde alacağımız kararların seçeneğini evet-hayır kısıtından kurtarabiliyoruz.Bu sistem olumsuzu algilamiyor. “Hayalkırıklığına uğrama sakın Can” dediğimde kendimin hayalkırıklığına uğramış halini tamamen var ediyor, bedenimde bana bu hissi uyandıran tüm kimyasalları salgılatarak tam da olma dediğimi olduruyor.
Düşünceyi seç dünyan değişsin çok doğru bir yaklaşım. 
Bununla birlikte limbik sistem o kadar uzun yıllardır sürüngen sistem ile birarada ve mutlu mutlu işliyor ki neokorteks sistemi kullanabilmek için istekli, çok istekli ve kararlı olmak gerekiyor. Tüm seçeneklere rağmen hiç de bizi taşıdığı sonucun iyi olmayacağını göre göre, bile bile olmadık bir karar alabiliyoruz. Suçlusu alışageldigimiz rahat ettigimiz limbik sistemimiz. Schopenhauer bir erkeğin kadına olan ilgisini tamamen neslini sürdürmek dürtüsüne veriyor ve o dürtü yüzünden dişisinin peşine düştüğünü, işi bitince de çekip gitmek istediğini söylüyor. Aşk zaten sürüngen sistemde oluşuyor. Tamamen tepkisel, anlık. Gerçekten hastalık halı, iyi ki de uzun sürmüyor. Geçiyor olması bundan:)) o da sürüngen sistemin kendini yaşamaya kodlamasından sanırım. Uzatmak mümkün mü? Elbette mümkün, nasıl mümkün; neokorteks sistemde mutlu, olumlu düşünceyi seçerek mümkün. Her ne kadar limbik sistem sürekli olumsuz olayları, başa gelen mutsuz ilişkileri, sonları hatırlatsa da bu defa neokorteks sistemde kalmaya üstün gayret ederek, umut etmek ve farklı bir yol izlemek mümkün.
Ama bu akşam Leonard Cohen konserinde limbik sistemde kalacak olmaktan mutluyum. Hatta bir sürpriz yapıp sürüngen sistemim devreye girse ne hoş olur:))))

Ağaç Yaşken Eğilir




Çocuklar ne müthiş yaratıklar.
Ve büyüyorlar bir şekilde. Nasıl bir birey olacaklarına dair ipuçları çok da belli değil. Biryandan da çok fazla faktör var.
Olumlu genle gelenler: Bir canım bebek örneğin, ışıl ışıl, arkasında minicik yaşında iz bırakıyor. Nefis bir gülen yüz her kapıyı açıyor. Onunla birlikte yanında kim varsa sebepleniyor. Ben de onunlayım, sebepleniyorum ben de. Bu bebeğim güzel de üstelik. Başka bebekler var yine öyle güler yüzlü, onlar da güzeller cok. Güzeller çünkü güleryüzlüler, insanin içini açıyorlar. Güzel mi çirkin mi diye sorsanız, herkesin ortak cevabı “ay başka bir bebek” oluyor.
Derken güleryüzlü bebekler büyüyorlar. İş görüşmelerinde, arkadaş ortamlarında en çok sevilen, aranılan insanlar oluyorlar. Kariyerleri boyunca o olumlu dışa yansımaları sayesinde herkesten önce terfi ediyorlar ve kimse onları kıskanmıyor, herkesten tebrik alıyorlar, candan kutlanıyorlar. Belki de başkalarına göre daha az becerileri var ama patronlar onlarla çalışmak istiyor. Uyumlular zira. Takımdaki herkesin içini açıyorlar.
Genlerden şanslı gelmişler. Bu işin % 50 si diyor araştırmalar. Sonrası zaten hep böyle gidiyor. Çözüm odaklı ve pozitif tutumlu oluyorlar, olumlu dil kullanıyorlar kendiliğinden. Bebeliklerinden beri insanların ilgisini çekiyor olduklarından çevreleri ile barışıklar. Normal şartlar altında hayatları kolay ve önleri açık. Kendi hayalleri büyüklüğünde yaşıyorlar.
Olumsuz genle gelenler: İşte burada anne babanın tutumu çok önemli. Hem örnek olmak, hem de tutarlılıkla ve kararlılıkla davranmaları çok önemli. Daha çocuklarının bebekken aksi, huysuz olduklarını tespit ettikleri andan itibaren onlara nazik ama tutarlı olmaları öneriliyor. Taviz vermemek ve davranışlarda örnek olmak ve asla pes etmemek gerekiyor.
Dün dünya güzeli bir kız çocuğu ile tanıştım. Henüz oniki yaşında. Hemen ilgimi çekti, içimi çekti. On dakika olmadı ki ne kadar olumsuz bir karakter olduğu çıktı ortaya. Hiçbirşeyden memnun kalmadı. “Hava soğuk, hava sıcak, deniz soğuk, deniz dalgalı. Onu yemem. Bunu da yemem. Gidelim, sıkıldım. TV de program var onu seyretmek istiyorum. İnternetten değil tv den seyretmek istiyorum.” dedi. Günün sonuna dogru o güzellik silikleşti giderek, önemi kalmadı. Anne arkadaşları ile birlikte daha sohbet bile edemeden kalkıp gitmeyi, onun arzusunu yerine getirmeyi tercih etti.
Annenin öğretmek için ne güzel bir firsatı vardı oysa. İleride çocuğunu kollayamadığı zaman onun hayal kırıklıkları icin üzüldüğünde bilmeyecek ki herşeyi değistirme, çocuguna olumlu tutum alışkanlığını öğretme şansına sahipken yapmadı. Ona; tane tane, gitmiyor olmalarının gerekçelerini sakince anlatip, gitmeyip ( davranışı ile de destekleyerek) kızı surat assa bile orada kalmalıydı. Kızı sanıyor ki şimdi herzaman kendi istediği olacak böyle söylenip surat asınca. Oysa hayat çok sert olabiliyor. Önce arkadaşları onu hayal kırıklığına uğratacak. Sonra iş hayatı zorlu geçecek. Çok çok farklı başarıları becerileri olmazsa işi çok zor.
Öğretilmiş ve öğrenmiş olanlar: Bir pizza lokantasındayız. Çocuklar ingiliz. Anne onlara öğretmiş, bir çocuk yuvası sahibi zaten. Abla kardesin canı sıkılmasın diye ona oyunlar icat ediyor. Kendisi de minicik esasen. Belki onuncu kerede aynı filmi koyuyor anneleri önlerine, biz sohbet ediyor, kalmaya devam ediyoruz zira. Derken arka masadan başka İngiliz cocuklar eğilip dahil oluyorlar o filme. Fotoğrafta görüyorsunuz iste, hemen kulaklıklarını paylaşıyor ve birlikte izlemeye başlıyorlar. Anne, babalar mutlu, biz mutlu. Çocuklar dünya güzeli, özeli.
20120814-153903.jpg
Hiçbirşeyi için geç değil biliyorsunuz. O güzelliğinin herseye yeteceğini zanneden küçük kız için de geç değil; ya anne el atacak önce kendini eğitecek inatla kızına doğru davranışı öğretmeye, ya da kendisi daha zor yoldan ve geç de olsa öğrenmek zorunda kalacak.

Can’dan İç’ten Paylaşımlar



Can Karaburçak/Ağustos 2012
“Artık bana  kalsın istiyorum” dedi Zakiye Hanım. “Eşim çok çalıştı, cumartesi pazar demedi hep çalıştı. Bize emekli maaşımız yeter, çoluk çocuk da büyüdü çoktan. Artık bana kal diyorum ona.”
“Bana kal” ne güzel bir istek.
Çocukluğumdan beri karakterimden, burcumun aslan olmasına bağlayıp belki de bu burcun gereklerini yerine getirme endişesinden, hep her zaman tüm arkadaş gruplarımda program yapıcı, insanları, grupları birbirine tanıştırıcı, hadi hep beraber şuraya gidelim, bunu yapalım deyici, sohbetlerde herkesi güldürmeye, enteresan birşeyler anlatmaya çabalıyıcı olmak sorumluluğunu hissettim. O kadar herkesi aranmaya alıştırmışım ki sekiz sene gibi bir süre Ankara’ya iş için yerleştiğimde ve ben daha az onları arayabilir olduğumda beni kendiliğinden arayan kişilerin onlarca arkadaşımın arasından üçü beşi geçmediğini farkettim.
İstanbul’a geri döndüğümde de o üç beş kişiyi aramak bana yetti. Diğerleri ile “sadece zaman, mekan paylaşımı” yapmış olduğumu anladım, bu beni çok üzdü başlangıçta, zor kabullendim ama sonunda kabullendim.
“Akıllı olursan seni herkes sever” diyordu dün sahilde annesi 5 yaşındaki kızına. Sevgi alabilmek için akıllı olmaya çabalamak, komik, eğlenceli, eksantrik olmaya çalışmak. Takdir görmek, akılda kalmak, tanınır olmak için herşeyi herkesten önce öğrenmiş, bilmiş olmak, söylemiş olmak, okumuş olmak, yetmedi akılda tutmuş olmak,..şu olmak bu olmak.
Yaptıklarımın kaçını kendim için kaçını beni sevsinler, önemsesinler diye yapmaktaydım/yapmaktayım acaba?
Bugüne kadar gerçekten çok çalıştım. Hala da çalışıyorum.  Arkadaşlıklarımda, özel ilişkilerimde, gücümün ve aklımın yettiği, kendimden doğru baktığımda görebildiğim ölçüde, maddi manevi  hoşluklar yapmak için çok emek verdim, herkese çok zaman ayırdım. Onlar mutlu olduğunda ben de mutlu oldum. Veya daha doğrusu şu mu oldu diye düşünüyorum; kendim mutlu olmak için onları mutlu etmeye çalıştım. Daha derinde ise kesinlikle  daha çok sevilmek, vazgeçilmemek, hayat boyu birlikte olunmak için yaptım. Yanlış yok hiçbirinde. Kendim için yaptığım herşey doğru. Kontrol alanımın dışı olan diğer kişilerin istediğimi vermeleri için  yaptığım şeyler yanlış olmuş sadece.
Dün Zakiye Hanım’ın cümlesiyle birşeyler tekrar aydınlandı içimde.
“Kendime bugün farklı birşey söyleyecek olsam o ne olur ” sorusuna  yanıtım şu oldu:
“Can artık bana  kal”
Ya Siz?  Siz kime kalmak istersiniz?

Algımızı Yönetebilmek Can Kurtarır:)



(Can Karaburçak/Temmuz 2012)

20120729-082306.jpg
Herhangi bir erkek
Biri için koca
Diğeri için baba
Evlat, oğul
Ağabey
Dayı
Küçük kardeş
Amca
Sevgili
Arkadaş
Kuzen
Yeğen
Bir insanoğlu ne çok sey olarak algılanabiliyor. Bizim onunla olan pozisyonumuza göre ifadesi degişiyor.
Bunun ötesinde, iyi, şefkatli,keyifli,sinirli, endişeli, yaratıcı, uyuz, sıkıcı, komik…daha ne kadar tanımlama geliyorsa aklınıza hepsi veya birkaçı.
En baştaki çekirdek aile ileyken sakin, uysal e ne de olsa anne, baba ile olmak başka, kendi ailesi ileyken, bir baba ve eş olarak daha bir otoriter, daha gür sesli. Bulunduğu ortama göre başka başka davranış şekilleri; hiç farketmeden tamamen alışkanlık olarak.
Marmaris’te onbeşgün önce 38 yıllık arkadaşımla beraberdik ailecek. Onun babası ile benim babam tam 70 yıldır arkadaşlar. Eh biz de bu sayede tanışıyoruz zaten. Çocukluğumuz beraber aynı apartmanda geçti. O zamanlar birbirimizi kasıtlı olarak sinirlendirirdik, ve dolayısı ile bağırıp çağırdığımız da olurdu birbirimize. Hiç de ciddiye almazdım onu. Benim için, onun çocuklarına kızdığı zaman çocuklarının onu ciddiye alıyor olması hayli şaşırtıcı oldu. Benim algı penceremden bakınca kendimi zor tuttum gülmemek için.
Reklam dünyası tamamen algı üzerine değil mi? Algılarımız şekillendiğinde bizim için 1970 lerde mutfak, banyoyu temizlemek ile eşdeğerdi “vim” lemek. Vim bir marka idi oysa, şimdi ise Ciflemek oldu adı. Googling internette arama yapmanın tanımı.
O halde, ALGI gerçekten de herşey. Ve nefis bir fırsat. Basit bir algı değişikliği ile neleri hayatınıza dahil edebileceğinizi biliyor musunuz?

Tutum Kader midir, Yoksa Zamanla Düzelir mi?



Bebeği gözlüyorum. Yataktan gülerek kalkiyor. Tüm gün boyunca da uykusuna, acıkmasına rağmen her firsatta gülmeye çalışıyor maşallah. Bir de diğer uçta sürekli mızmız söyleneni var. Evet anne, baba, büyüdüğü ortam tüm bunlar mutlaka önemli. Genler çok önemli. Ancak bunlar kontrol alanımızın dışında.
Sizlere de aile büyükleriniz anlatmışlardır mutlaka. “Sen hep gülerek uyanırdın  hiç ağladığını bilmeyiz” denilen bebekler sonra nasıl olur da aksi, huysuz dediğim dedik kisiler haline gelir diye merak ediyorum dogrusu. Ben de gülerek uyanan bebeklerdenmisim. Sonra ama, kendinden üç yaş büyük ablaya kafayı takıp, hırslı, istediklerinin olması konusunda ısrarcı biri olmuşum. Abla yürüyor ben de yürümeliyim, aaa o yazı yazıp okuyor ben de, nee İngilizce mı konuşuyor ben daha iyi konuşabilirim derken hayata karşı da  inatçı bir tutum sergilemeye başlamışım.
Sonra seçtiğimiz hayatlar tutumumuzu netleştirmeye/sabitlemeye devam ediyor. İstanbul’da yaşamak bir ask nefret ilişkisi tutumunu percinliyor örneğin. Bu tutumu bilinçsizce davranışa geçirdiğimiz için bir bakıyoruz ki insanlarla iletişimimiz de aynı formatta. Seçtiğimiz eş, meslek hepsi bizi hızlıca bu halimize ulaştırıyor. Avukat babası annesi olanlar bilirler; bir sor bin endişe dinle. Meslek deformasyonu olarak negatif neler gelebilir başına onları dinlersin. Olumsuz olasılıklar bir bir dökülür önüne, satırlar halinde liste olarak, analitik analitik örnekler ile.
Bu bir kader midir öyleyse, geldik gidiyoruz napalım başka bir hayata kismet mi demeliyiz?
Hayır,hayır demeyin öyle. Valla yapınca, isteyince oluyor. Bir kere donanmışız nefis bir beyin ile. Geçince neokorteks sisteme, olumlu olarak ifade edince ve farklı bir yol izlemenin tamamen senin kontrolunde olduğunun  sorumluluğunu üstlenince oluyor.
Birinci evre: İstemedigin ama genetik oldugunu düşündüğün bir tutumun ne kadar yorucu olduğunu keşfetmek. Öncelikle kendin sonra da çevren için.
İkinci evre: Nereye  kadar esneyebildigini deneyimleme.  En sevdiğim koçluk sorusu; bugün neyi  farklı olarak deneyimlemek istersin? Bugüne kadarki tutumun ile elde ettiklerin belli. Sayesinde  başarılı oldugun tutumunu al cebine koy ve ötesinde başka hangi tutum seni sürprizli ve keyifli bir sonuca ulaştıracak onu keşfet.
Üçüncü evre: Bol bol uygulama, taaaa ki alışkanlık haline gelene kadar
Dördüncü evre: Paylaşım. Buradaki başarılı süreci diğerleri ile paylaşma, onlara da bunu deneyimlemeleri için alan tutma..
Nefis bir değişim  için iç sevinçleri diliyorum herkese.Yaşam sevinci  olunca  insan yapmak, denemek için hevesleniyor zira. Neokorteks yaşam sevincimize ulaşmada en sağlam köprü. Orda herşeyi hayal etmek, planlamak mümkün.
Can Karaburcak

İnatçı Olmak Bazen İyidir












Nedime Hanım, (sonraları benim için “Nedime” ve can dostlarımdan biri oldu)  Bir bankada Kamu Kurumsal Şubeyi kurarken beraber çalıştığım çok değerli bir bankacı.
  • Yeni bir iş yapılacağı zaman neleri bilmesi gerektiğini didik didik araştırması,
  • Bilmediği şeyleri farkettiği andaki öğrenme azmi
  • İşine duyduğu saygı
  • Yaptığı işe duyduğu coşku
  • Ekibine arka çıkması
  • Onları iş veya özel hayat ayırt etmeksizin her alanda desteklemesi
  • Kendinden yaşça küçük olmama rağmen müdürü olduğum için tek bir gün gocunmaması, bunu asla sorun etmemesi
  • Her zaman eleştirileri birer “hediye” olarak algılaması ve asla kişiselleştirmemesi
  • En çok, ama en çok da enerjisi
Bunlar beni hep etkilemiştir.
Evet sabahları huysuzdur hep. Odama geçerken bilirdim, henüz afyonu patlamamıştır, ancak saat 10 gibi kendine gelecektir.  Aksiliği bile tatlıdır. Zira sabah saat 9 da problem çıkacak olsa bu defa huysuz ve tatlı haliyle yine işi çözmeye odaklanacağını bilirdim. Kaç kere şahit oldum.
Pek çok sağlık sorunu oldu, ama hepsinde de “Ben çok iyi olacağım, iyiyim zaten” dedi. Tabii ki doktor ilaç vs hepsini uyguladı, ancak o şövalye tutumu hep bana ağlamak isteği verdi. Bir de yaşam sevinci.
Yukarıda saydıklarımı her koşulda hep sergiledi, sergiliyor; hastalıkta, problemde. Hep çözmeye, ne yapabilirime odaklanıyor.
Bunları neden anlatıyorum? 30 küsur yılı aşkın bankacılık kariyeri sonrasında tuttu gelinlikçi ve gece elbiseleri satan bir  mağaza açtı.
Ankara’da,   adı. Çok başarılı, basbayağı rakip köklü kuruluşlara. (Aaa şimdi yazarken farkediyorum, ismine uygun işi kurmuş meğer, hiçbirşey boşuna değil bir kere daha dank ediyor kafama)
Geçen gün  beraberdik . Öyle bir coşku ile anlatıyor ki; gelinlikler ve dolayısı ile danteller, aksesuarlar ve tabii ki gelinlerle olan iletişimini. Üstelik damat ve kayınvalideler ona bayılıyorlar, onları da bir güzel ikna edebiliyor gelinin istediği gelinliğe. Herkes mutlu ayrılsın istiyor. Asla “bu alıcı değil boşver vaktime, konuşmama yazık” demiyor. Demediği için de zaten neredeyse her servis satışa dönüyor. Bu coşkuyu nerden buluyor hep merak ediyorum.
Ülkü sordu; “Nedime ya onca yıllık bankacılıktan sonra demiyor musun kendine benim ne işim varmış bankada diye?”
“Evet diyorum herhalde farkında değilim, gerçekten kendimi buldum, çok mutlu oluyorum o insanların işi görülünce, onlar mutlu olunca, içlerine sinince, doğru olanı, yakışanı sattığımı bilince” dedi.
Ona hatırlattım:
“İthalat akreditiflerini de sen böyle açardın unuttun mu dedim. Odama koşarak gelirdin, telefon etmeye bile sabretmeyip, “yaşasın X firmaya şu kadar havale geldi, şu kadarlık akreditif açtık, teminat mektubu düzenledik” diye coşarak anlatırdın; üstelik pazarlama değil operasyon müdürü olduğun halde.”
Şimdi dantellerini okşadığı gelinlikler gibi, o zaman da harfleri, mürekkebi, teleksi, faksı filan okşar, ekibini de motive ederdi.
Sırrı ne bu  işin? İçindeki öz değeri bulup, hangi işte olursan ol, onu oraya yansıtmak mı? Burada yumurta mı  tavuktan, tavuk mu yumurtadan hikayesi kesinlikle işlemiyor bilesiniz. Hayatı algılamadaki  (okumadaki) tutum ve kararlılık hiç bilmediğimiz, yepyeni bir alanda bizi çok başarılı yapabiliyor.
Ne diyor Cem Yılmaz? Madem mutluluk içimizdeydi neden onca para verdik de geldik Hindistan’a, insan görmez mi hiç, onca x-ray cihazı tarıyor uçağa binmeden, demez mi beyefendi içinizde birşey var ne o??”
Evet mutluluk, coşku, yaşam sevinci hep beynimizde esasen.
İşin sırrı bence kişinin o beynini kullanıp kendisini tanımasında. Onun için en önemli değerin ne olduğuna  uyanmasında. Ve sonra ona sahip çıkıp, inatla onu yaşamasında.
Evet bence Nedime çok inatçı biri. Çok yaşa sen emi.

15 Şubat 2013 Cuma

Yuvayı Yalnızca Anne Babalar mı Sunar?


Yuvayı  Sadece Anne Babalar mı Sunar?



Şimdiyi yaşamak, şimdinin keyfini çıkarmak çok değerli. Bunu biliyoruz.

Ya tam da şimdi de, herşeyi güzelce kurgulamışken ve memnun mesutken hayat  ummadığım sürprizleri getirmişse? Onların nereden ve neden geldiğini anlamakta  zorlanıyorsam? Rahatım bozulmuşsa ve pek de benim kontrol alanımda değilse olan şeyler? Çok sevdiğim birilerinin hayatını etkileyen şeyler sadece ben öyle  olduğu gibi kalsın istiyorum diye benim canımı sıkıyorsa?

İşte kendimle yüzleşme zamanı. Çok mutluyum bu fırsatı bulduğum için. Bu aşamada karşılaştığım bu halimi severek ve biraz da gururlanarak izliyorum. Adalet benim hep en güçlü yönüm olmuştu, iyimser oluşum da. Olmakta veya olmaya gebe şeyler, şu an benim bilmediğim, öngöremeyeceğim kimbilir ne zenginlikleri getirecek hayatıma diye düşünmek dururken niye endişeleneyim ki? Üstelik sadece bu bakış açısı ile yanımdakini doğru yönlendirmek için adil olmaya çalışmama bile gerek yok, zorlanmıyorum bile, zaten başka türlüsü mümkün değil.

Geçen gün bir yakın bir arkadaşım ticari anlamda kendini bekleyen riskler yüzünden ne kadar mutsuz olduğunu anlatıyordu. Dikkat ettiğimde sözlerine, aslında en çok da henüz belli olmayan negatif hikayeleri hiç durmadan bana, etrafındaki yakınlarına habire anlatıyor anlatıyordu. Yüzü gerilmiş, sesi ağlamaklı ve adeta anlattıkları başına gelmiş gibiydi. Belki de hiç olmayacaktı bu anlattıkları. Boşa ızdırap çekiyordu. Tahimin ettikleri olursa eğer  (Allah korusun) yapacakları o zamanki koşulların sağladığı en doğru şeyler olacaktı kuşkusuz. Evet olayları öngörmek, uzgörmek çok önemli. Buna göre tedbir almak da. Ancak kendini kendi uydurduğun  hikayelerin sarmalına dolamak, işte bu çok yanlış. İnsan kendine ve çevresindekilere niye bunu reva görür ki?

Varsayıyorum ki şu an 2033 yılındayız.Tam 20 yıl sonra, ben 70 yaşındayken, o günden bugüne bakıp, hayatımda oluşan değişime nasıl tepki vermiş olduğumu gözlemliyorum. Dışarıdan bakıyorum. Tam da bugünkü gibi davranıyor olduğum için kendimi tebrik ediyorum, 70 yaşındaki Can olarak.

Biliyorum ki bazen birileri birilerine yuva olur, bu illa anne baba, karı-kocanın kurduğu yuva olmayabilir. Arkadaşlar bazen insana kalıp dinlenebileceği, kendini gerçekleştireceği bir ortam sunar, bunu da pek böyle planlamadan üstelik, ve farketmeden. Sonra o yuvayı belki tamaen belki de belli bir süre için terketmek gereği doğar. Ne kadar süre ile olacağını kimse bilemez. Herkes şaşkındır ama zamanı gelirmiştir. Gitmişimdir ben de kimbilir kaçtane  yuvadan. Mutlaka.

 O yüzden de  tam da 70 yaşımdayken  bugünüme belki de yıllar öncesinde mola  aldığım bir yuvadan ve oranın sağladığı güven ve mutluluk ile bakıyorum. “İyi ki bu adımları atmışım ve olayları iyimser tarafından ele alıp kendime olumlu hikayeleri yaratmışım” diyorum.

Aferim bana!