23 Ocak 2013 Çarşamba

Görgü Kuralları; Nereye Kadar?



;20120810-202005.jpg
Teyze: “Çatal sol elde, bıçak sag elinde olacak etini, balığını keserken. Kestikten sonra da çatalı sol elde tutmaya devam edeceksin, bırakıp da el değiştirmek yok”
Üniversiteli kız cocuğu: “Çok saçma, canım hangi elle isterse onunla yerim. Teyze, biraz esnek olmayı denesen?
Aynı teyze bir başka çocuğa karınca kararınca onu unutmamak adına bir yurtdışı seyahatinden tişört getiriyor. Çocuğun babası çocuk adına sms atıyor teşekkür ederiz diye. Oğluna öğretmek adına zorla da olsa bir telefon açtırmıyor.
Bir aile yemeğindeyiz. Nihayet herkes biryerlerden buluşup gelmiş, Ankara’dan İstanbul’dan. Özel bir gün kutlanıyor ama bir sitenin cafesinde. Derken bir tanıdık geliyor, oturuyor elinde içkisi ile masaya, hatta bir arkadaşını da önden gönderiyor “sen git ben de geliyorum” diyor. Gelen kız niye orda bilmiyor, onun kabahati yok. Başlıyor kendi hikayesini anlatmaya onu ilk kez orada tanıyanlara. Bir ben tanıyorum. Geceyi, kutlamayı “piç” ederek. Sofradan da şöyle ayrılıyor; ” Hay Allah seni gölgemde bıraktım, gideyim de kutlamanı yap” Bu özgüven çok tanıdık geldi mi size de?
Burası Türkiye kısmı.
Şimdi de yurt dışındayız. Nefis bir bale. Fındıkkıran Balesi. Müziğin bestecisinin memleketindeyiz. Arka locadan daha orkestranın ilk notayı çaldığı an sevinçli bir çığlık eşliğinde alkışlar geliyor. Amerikalı turistler tanıdıkları bir müziği duyunca sevinmişler paylaşıyorlar coşkularını. ?? Görgü bilgi sadece Amerikalılar’da eksik değil elbette. Onların en temel görüntüsü Bale’ye gelirken de devam ediyor, parmak arası terlik ve şortlar. Hemen hiçbirşeyi bilmiyorlar bize öğretilen. İyi de biz de kendi cocuklarımıza öğretmiyoruz. Amerika’da ivy league de bir okulda okuyan canının istediği elle çatalı tutan çocuğun annesi de savunmada. ” Ne var canım bu nesil böyle işte” diyor. Vazgeçmiş veya önemsemiyor. Veya “havlu atmış”
Bir daha hiç görmeyeceğimiz, gelmeyeceğimiz yerlerde itina ile % 10 bahşişi hesaplıyor bırakıyor, enayi miyiz demiyor Teyze ve bir üst kuşak ailesi. Arkada iyi bir izlenim bırakmak önemli. Hatırlanmayacak bile olsalar bu onlar icin değerli.
Kendisine yapılanın, verilenin değerini bilen teşekkür eden bir nesil mi bu yeni nesil bilmiyorum. Sadece bu nesil de değil, eski nesilden de örnekler var elbette yukaridaki hikayedeki gibi. Yazsam sayfalar tutar. Siz paylaşın lütfen kendi olmazsa olmazlarınızı.
Ben herseyi biliyor muyum? Bilmediklerimi öğrenmeyi önemsiyorum. Pek de bilmediğim yok sanırım. Sağolsun annem babam öğretmişler ve yapmam için zorlamışlar iyi ki.
İngilizlerin bir sözü vardır, “gerçekten görgülü biri, yalnızken bile esnerken eli ile ağzını kapatandır.”
Esneklik ile kurallar hangisi derseniz kurallar beni cezbediyor; görgü kuralları, Hay Allah.
 Can Karaburçak/10 agustos 12

Ruhunu "Şahane"de Tutmak


 
Ruh hallerimizin itina ile rengine, kokusuna, konusuna, tınısına göre tasnif edilerek saklandığı nefis  bir dolabımızın olduğunu varsaysak ve onlara dolabı açarak değil de, birşeyler yaparak ulaşabilsek; o hali açık konumuna o marifetle getirebilsek ne hoş olur değil mi? Örneğin güzel bir kahve kokusu bile bize başarılı olma halini getiriyorsa, ( bu arada başarılı olmanın tanımını sınırlarını, tarifini tamamen ben belirliyorum, bana göre başarı ne demekse o) diğer haller için de neleri hayal edebiliriz, neler yapabiliriz acaba?
İyimser ruh halimin örneğin bana başarı için ideal zemini oluşturduğunu düşünüyorum.Bu halimin ortaya çıkması da benim için çok kolay; kendimi bundan 40 sene sonra 90 yaşımda hayal ediyorum önce. Sonra bugün kafama taktığım şeylere o yaşımdan baktığımda, çoğunu hiç hatırlamayacak olduğumu farketmek,  anlamsızlığını hissetmek beni hemen iyimser yapıyor.
Harvard Business Review Blog Network’de çıkan bir makalede (Ten Reasons Winners Keep Winning, Aside from Skill)Rosabeth  Moss Kanter  becerinin ötesinde kazananları kazanmaya devam ettiren 10 neden üzerine yaptığı  araştırma sonucunu paylaşmış. Özellikle dikkatimi çeken maddeleri sizinle de ben paylaşmak istiyorum:
İyi “mood” taşımak.  İyi ruh halinde olmak,  Ruh hali bulaşıcı üstelik. Mutlu iseniz mutluluk yayıyorsunuz diyor, yoksa “toxic” yani zehirli bir ortamı herkese yapıştırıvermeniz işten bile değil. Benim ilavelerim ise; pozitife, elde olana konsantre olmak ve bunun tadını çıkartmak. İyimser olabilmek.
Geçen ayki seyahatim dönüşümde pek çok kişinin başına gelebildiği gibi benim de kredi kartımın kopyalanmış olduğu ortaya çıktı.  Kart limitim yetmediği için red olmuş, böylece  bu dolandırma eylemi de başarılı olamamış. İlk aklıma gelen düşünce  “Ne kadar  şanslıyım”oldu. Limitimin yetmemesi büyük şans diye düşündüm.
Evvelki haftalarda da buna benzer bir olay (negatif, tatsız)  sonrasında herşey kolayca hallolduğunda, ne kadar şanlıyım işler yolunda gitti demiştim. “Başıma neden bu olay geldi” ye konsantre olmuyorum. Olaylara böyle bakma alışkanlığına kendimi böyle baktıra baktıra geldim inanın. Kara bir bulut gelmek üzereyken hop gönderiyorum onu, ve işin “kısmetli” tarafına bakıyorum.
Öğrenmeye hevesli ve açık olmak; Başarı, detaylarda ustalaşmaktan gelir diyor yazıda.  Hatalarını duymaktan korkmadıklarını, bunun onları geliştirdiğini bildiklerini farketmiş. Sabırlı olmak da çok önemli detayları farketmek  için. Sabırsız iseniz siz de benim gibi, detayları öğrenmeyi atlayıp, uzun yoldan daha az tatmin edici bir sonuca ulaşabilirsiniz. Bilgisayarı, ipadi el yordamı ile kullan öğren metodu yerine, oku öğren ile keşfetmeye çalışsaydım hemen tüm özelliklerini kullanabiliyor olurdum.
Odaklanmak; işte burası çok değerli bir hatırlatma içeriyor. Kazananların hepsinin çok az dikkatinin dağıldığını bulmuş araştırmasında.
Herkesin birbirine saygısı ve pozitif kültürden geliyor oluşu başarıyı takım olarak destekliyor. Birbirini yücelten üyelerin takımları başarıya daha kolay ulaşırken, kaybedenelerin hep birbirini suçlayanlar ve kavga edenler olduğu bulgusu var. Sizin sadece yaptığınız hatalarınıza konsantre olan bir ekip ile nasıl başarılı olabilirsinizki? Geribildirimi/eleştiriyi değerli bir hediye olarak görmek bunun başarı şansını arttırdığını bilmek çok önemli bir algı.Geribildirimi hem hatalar için hem de oluşturulan,korunan değerler için de vermeliyiz ve almalıyız.
Bir arkadaşım geçen gün anlatıyordu; işyerinde o hafta herşeyi hızlıca, tek başına halletmiş bir iş arkadaşının çok önemsiz bir ihmali karşısında müdürün burun kıvırıp, “Ayşe olsaydı bunu böyle yapmazdı” demesi üzerine, o arkadaşına “Sen ona aldırma bu senin kusurun değil, onun kusuru; eğer sadece bunu görebiliyorsa yapılan tüm başarılı işlerin yanında ne berbat bir hayata bakışı var yazık diye onun için üzül bence” demiş.Doğru demiş.
Başkalarının gözüyle değil kendi gözümüzle kendimizi görebilmek,  o müdürün aksine başarılarımıza konsantre olmak başarıyı korumak için iyi bir yaklaşım bence.
Şimdi geriye yaslanın ve herbir olumlu ruh halinizi o dolaptan hangi marifet ile  çıkaracağınızı hayal edin, hem de tüm detayıyla:)

Bir Film İzledim Kafama "Dank" Etti:)


Biraz evvel  fransız yapımı Lübnan’da çekilen bir filminden çıktım.”Et Maintenant, on va ou?-Peki şimdi nereye? filmin adı. Hıristiyan ve müslümanların birlikte yaşadığı bir köyde, memleketlerinde çıkan iç savaşın uzantısı olarak köyün gençlerinin, babalarının, kocalarının öldürülmüş olduğu; geride anneler ile eşlerin, daha ufak gençler ile çocuk ve yaşlıların kaldığı; elde yas ve nefes tutmaktan başka birşeyin kalmadığı kara bir sahne ile başlıyor film. Birlikte büyümüş, oynamış aynı kızı sevmiş en fazla bunun yüzünden kavga etmiş gençler arasındaki çatışmalar sonucunda evlatlarını kaybetmiş annelerin durumu en acısı. Geride kalan tek bir başkasının çocuğunu bile bu saçma savaş için harcamak istemiyorlar. Gelgör ki, imam da papaz da gençleri barış noktasına çekemiyor.
Ve kadınlarO) Ah biz. Muhteşemiz. Taptaze, gencecik, fıstık 5-6 kızı köylerine getirtiyorlar. Umdukları şu; erkekler yeniden yaşamın ne demek olduğunu hatırlayacak, o kadınları arzulayarak hayata tutunacak ve birbirleri ile kavga etmeyi kesecek. Kızlar köye geldiğinde hepsi bir telaş nihayet traş oluyor, saç kesimine berbere gidiyor, yıkanıyor filan ama tabii bir süreliğine. İlk fırsatta yine en ufak bir bahane ile müslüman hıristiyan arası çekişme ve kavga başlıyor. Ve bir hıristiyan anne, bir evladını daha silahlı çatışmada yitiriyor. Önce onun öldüğünü saklıyor; büyük oğlu da bu anlamsız kavgaya devam etmesin diye. Ama sır çabuk ortaya çıkıyor ve anne kendi oğlunu yaralıyor ki silahlara sarılıp savaşa gitmesin.
Yine de bunların hiçbiri çare olmayınca ne yapıyorlar dersiniz? Bir gece, haşhaşlı kekleri yapıp tüm erkekleri köyün kahvesinde topluyorlar. Onlar yedikçe neşeleniyor, neşelendikçe kavgayı unutuyorken, bu muhteşem kadınlar onların cephaneliğini başka yere taşıyor, toprağın dibine gömüyorlar. Ertesi sabahki sahne şahane; erkekler hıristiyan karılarını, annelerini örtünüp müslüman olmuş namaz kılarken buluyor. Müslüman olanlar ise boyunlarına hac takıp, normal giysilere bürünüyorlar. Erkekler başlangıçta şaşırıp öfkeleniyor ancak kadınlar kararlı: “Ben de artık onlardanım, önce beni öldürmekten başlamalısın” diyorlar.
Kendileri için anlamın, değerin analar, eşler, bacılar olduğunu anlayınca erkeklere olanı kabullenmek düşüyor. Tek sorun öncesinde hıristiyan olan annenin evladının hangi mezarlığa gömülecek olması.
Bana ne dank etti yine? Farklı bakış açısından deneyimleyebilmenin inanılmaz gücü. Sıkıştığımız, mutsuz ve haksızlığa uğradığımızı düşündüğümüz o anlarda farklı bakış açısına geçebilmek için o muhteşem neokorteks sistemi kullanmanın inanılmaz değeri ve kolaylığı içimi aydınlattı. Çare bizde, tam da neokortekste. Olumsuzu algılamayan, geleceği oluşturan, çözüme odaklanabildiğimiz o yerde.

Israrcı mı Kararlı mı Olmak?


Israr edenler var etrafımda. “Lütfen bir kaşık daha al” dan başlıyor yelpaze, taa “Almazsan ölümü gör” e kadar gidiyor.
Kariyerim boyunce gözlemlediğim pek çok yönetici oldu. Gerek benim deneyimlediğim, gerekse de başkalarının anlattığı, koçluk yaptığım müşterilerimde gözlemlediğim veya onlardan dinlediklerim sayesinde epeyce zengin bir listem var.
“Israrcı” olan tipleri şöyle tarif edebilirim. Mutlaka takım üyelerinin kendi yönlendirdiği şekilde sonuca ulaşmalarını isterler. Olamayacak işleri bile bu tarzlarıyla  zorlarlar. Belki de tesadüfen başarıyı yakaldıklarında “bak ben söylemiştim” derler. Başarısız olunduğunda da “Siz beceremediniz, hadi bakalım bundan ne ders aldınız” diye sorarlar.  Onlarla çalışmak çok zordur. İlk fırsatta herkesin gidesi vardır. Yanındaki çalışanların kalplerini kırar, sonra özür dilerler.  Oysa kalp kırılmıştır bir kere.
Arundhati Roy’un  “Küçük Şeylerin Tanrısı” adlı kitabında, küçük kız çocuğu kalp kırdığında annesine yalvarır, “Lütfen bana bir ceza ver ve sonrasında beni affet” der. Anne ise “Başkalarına da böyle davrandığında bir ceza alıp bu yaptığından kurtulamazsın. Hayır sana bir ceza vermeyeceğim, bunu yapmış olduğundan dolayı  seni daha az seveceğim” der. “Unutma” diye ilave eder, “Başkalarına da böyle davrandığında onlar da seni daha az seveceklerdir’.
Daha az sevilmeyi önemsemeyebilir bir kısmımız. Önemli olan içten içe kendimizi sevmeye devam ediyor muyuz böyle davranınca? Zor soru doğrusu; sorması ve içtenlikle doğru yanıtlanması kolay değil. 
Değişim, Gelişim, Farkındalık; sondan başa geliyorum işte…

Karalı olanlar ise hedeflerinden asla vazgeçmezler. Bunu yaparken, onları hedefe götürecek şekilde esnerler ancak. (omurgalı olarak tabii ki). Hayırı kabul etmezler. Tatlı tatlı ısrar ederler. Kararlı biri olarak onları ısrarcıdan ayıran şey, işe ve başarılı bir çıktıya odaklı olmalıdır, kendi dediğine değil:))