21 Mayıs 2013 Salı

C Kuşağı:)


20130515-081433.jpg
“Sizler C kuşağısınız. 3C çok önemli: Connection(bağlantı), Communication(iletişim), Colloboration(işbirliği). Artık herkes birbiri ile internet üzerinden çeşitli araçlarla, çoğunlukla facebook gibi tanışıyor. Hayatınız boyunca birbirinizi görmeyecek olsanız da birbiriniz ile ilgili pek çok şeyi biliyor, resimleri görüyor ve fikir sahibi olabiliyorsunuz. Osaka’daki birinizin yemek tarifini Talin’deki bir diğeriniz kendi mutfağında deniyor.
Ve siz buna “connection” diyorsunuz. İşte sizin jenerasyonun en büyük açmazı da burada. Birbiriniz ile bağlantıdasınız ancak dünyada olan bitenle bağlantınız kopuk. Oysa bağlantıyı kalben, içten kurmanız gerekir ki dünyayı değiştirmek için bir
katkınız olsun.”
20130515-081345.jpg
Duke Üniversitesinin bu yılki mezuniyet töreninde Melinda Gates kelimlere aynı olmasa da yukarıdaki konuşmayı yaptı.
Gerçekten de şu anda yaşanan en büyük sıkıntının yeteri kadar bağlanamamak olduğunu düşünüyorum ben de. Bu müthiş bir baskı yaratıyor. Herkes anlaşılmak, duyulmak ve en önemlisi dinlenmek istiyor. İstirahat etmek anlamında değil:) dinleme en önemli meziyetlerden biri. Birini sadece onun için dinlediğinizde, kendi merakımızı gidermek için değil de onun için merak ederek dinlediğimizde inanılmaz bir değer yaratabiliyoruz.
Kendimizi, dünyanın geleceğini emanet edeceğimiz C kuşağı çocuklarımızın çoğu ise tamamen kendilerine dönük, kimse için şurdan şuraya gitmeyen çocuklar olarak yetişiyorlar. Fark yaratmayı en çok facebook arkadaş sayısı, twitterdaki takipçileri olarak algılıyorlar gibi gözlemliyorum. Tabii ki sadece Türkiye’deki çocuklardan bahsedebilirim ancsk. Esasen ne kadar çok arkadaş o kadar derin bir sorumluluk üstlendiklerinin farkına vardıklarında sosyal medyanın gücünü bu dünyada en ufacık da olsa birşeyleri iyileştirmek için kullanabileceklerini görecekler.
Sanal dünyada “beğenmedim” diye işaretleme şansı yok örneğin. Bu başta en çok hoşuma giden tarafıydı facebook’un açıkcası. İtirazımız varsa yorum kısmına yazabiliyoruz. Yazım dünyasında da bu çok riskli oluyor. Herkes kendi iç sesi ve tonlamasıyla okuduğunda basit bir “sana katılmıyorum manasına gelen “beğenmedim” işaretlediğinde oluşacak etkiden daha büyük bir negatif etki yaratılabiliniyor.
“Yüzyüze, dizdize, cancana” bağlantı kurmanın kolay olmadığı gerçeği bizleri sanal bağlantının dayanılmaz çekimine kaptırıyor. Birine çok daha kolay arkadaşlık teklif edebiliyoruz artik. İtiraf ediyorum; ilk defa liseden bir erkek arkadsşıma facebook’ta arkadaşlık teklif ederken çok zorlanmıştım; ya ona çıkma teklif ediyorum sanırsa diye. (X kuşağı bu deyimi anlayacaktır:)) Bunun gibi gerçek hayatta hoşumuza gitmeyen biri ile yüzleşmek, konuşmak yürek isterken; orada birini, bir grubu kolaylıkla “arkadaşlarımdan çıkar” diyerek yok edebiliyoruz hayatımızdan. Biri bizi arkadaşlarının arasından çıkardığında da o kadar da takılmıyoruz değil mi?
Önce sormalıyız;
Kendimle ne kadar bağlantıdayım?
Dışardan koç konumda bakacak olsam hangi aktivitelerimi “beğendim” veya “beğenmedim” olarak işaretlerdim?
Cancana bağlanmak adına bir tek şeyi farklı yapacak olsam o ne olurdu?

Zaman mı, O da ne ki?


images
Gökyüzünde bir yerde, Atlantik Okyanusunun üstündeyiz. Uçaktaki monitor St John’s ve Corner Denizaltı Dağları üstündesiniz diyor, kimbilir kaç saat öncesindeyiz Dünyanın neresinin?
Bu çok acaip bir duygu. Daha önce de zaman kavramını böyle yaşamıştım. Yelkenli ile hiç rüzgarsız bir havada yol alırken, kaptan bana dümeni teslim ettiğinde ve uzakta gözüken fenere kadar rahatça gidebileceğimi, kendininse biraz kestireceğini söylediğinde şu saçma soruyu sormuştum: “Fenere gelince onun iskelesinden mi sancağından mı geçmeliyim?” “Sen kullanmana bak, ben 40 kere uyanırım sen gelene kadar” deyip çok gülmüştü.
4490
Soru başta saçma gelmeyebilir tabii. Ancak 14 mil uzaklıktaki bir fenere 7 saat sonra ulaşabileceğini kavramak, insanın 7 saat sonrasını görebilmek demek. Bu da sanki bir zaman tünelindeymiş de ermişim hissini vermişti bana. Çok etkilenmiştim.
Şimdi uçakta bu duygu daha da tuhaf. Çünkü şu an bir de saat farkı giriyor devreye. İleriye uçuyoruz. Daha önce kazandığımı zannettiğim 7 saati şimdi ödeme zamanı. Hayat böyle birşey aslında. Tamamen izafi ve bir enteresan düzlem ve gerçek bir adalet içinde. Herşeyi ödüyorsun ve aynı şekilde kazanıyorsun. Herşey hem boş, hem değerli. Hayat gerçekten de bir “an” veya “sonsuz.”
Herşey bize kalmış. Nerden bakacağımıza. Aşağıdan mı, yukardan mı; geçmişten mi, gelecekten mi. Hatta daha basitinden Atlantik mi veya Pasifiten mi, hangi okyanus yönünden? Seç hayatın ileri veya geri gitsin. Veya genişlesin, daralsın. Seçen biziz, sorumluluk bizde:))
Can Karaburçak/20-21 mayıs, 23 NY, 6 İst, XHrs X?

7 Mayıs 2013 Salı


Güleryüzlü Olabilmek ve Kalabilmek Üstüne

images
Gülerken 17 kasımızın çalıştığını biliyor muydunuz? Botoks tuzağına düşmediyseniz☺ kaslarınız yukarı kıvrılabiliyor ve beyninize mutluluğu müjdeliyor. Kasların fiziksel olarak kıvrılabilmesi çok çok önemli, çünkü bu sayede ilgili mesaj ulaşıyor beynimize.
Yıllar evvel bir arkadaşımın babasının cenazesinde annesini uzaktan tabutun başında gülerken gördüğümde çok şaşırmıştım. Sonra yakınına gidince aslında gülmediğini sadece yüz çizgilerinin yukarı doğru derinleşmiş olduğunu farkettim. O günden sonra da kendime bu hedefi koydum. Benim de yüz çizgilerim yukarı doğru olacaktı.
Gülmek herkese çok yakışıyor. Seminerlerimde bazen alışkanlıkları nedeniyle asık suratlı oturan katılımcıları gözlüyorum. Onlara bu konuda farkındalık yaratmak için soruyorum: “Herkes aynaya bakmasa da görür kendini, bilir nasıl bir görüntüde olduğunu, en azından o an için. Hadi o zaman söyleyin bakalım şu an beden diliniz mutluluk yansıtıyor mu?” Biranda toparlanıp gülümsemeye başlıyorlar ve yüzlerinde gerçekten de güller açıyor.
Hem içimize hem de dışımıza bunu yansıtmak ne güzel ne kadar da kolay. Üstelik bize geri de dönüyor.
Çok yeni tanıştığım bir eczacı Hanım bana “Mutlaka eczaneme beklerim. Benim orası inanılmaz doludur dostlarla, herkes çaya, kahveye gelir” dediğinde çok yakın, güleryüzlü, nazik biri olduğundan emin olmuştum bu tarifinin gerçek olduğuna.
Dün tesadüfen uğradım. Evet dediği gibi içerisi doluydu. Esas beni şaşırtan içerisi değildi. Dışarıdan geçen herkes, o mahallelde yaşayan herkes ya el sallıyor ya öpücük gönderiyordu. Bir kısmı da başını uzatıp merhaba deyip gidiyordu. Bir daha baktım buna sebep ne diye: “Güleryüzü” ydü. Kesinlikle.
Reşat’a sormuştum: “3.evlilğe 5 ayda nasıl karar verdin?” Çok net şunu söylemişti: “Bakar mısın şu Rüçhan karımın yüzüne, bu güleryüz ömrümü uzatır dedim ve biran için bile tereddüt etmedim.”
İşte size sorularım:
-Kendinizi apansız gerçek bir aynada veya zihin aynanızda yakaladığınız anlarınızda nasıl bir beden diliniz var?
-Gülmeyi hatırlamak için neye ihtiyacınız var?
-Gülümseyen yüz ifadenizi daimi kılmak için farklı neler yapıyor olursunuz?
-O gülen “Siz”e baktığnızda; O size bu sayede farklı neler yaşadığını anlatıyor? Size ne tavsiyede bulunuyor?
Yüzümüzde hep gülücükler var eden bir yaşantımız olsun dilerim:)
Can Karaburçak-Mayıs

Güleryüzlü Olabilmek ve Kalabilmek Üstüne

images
Gülerken 17 kasımızın çalıştığını biliyor muydunuz? Botoks tuzağına düşmediyseniz☺ kaslarınız yukarı kıvrılabiliyor ve beyninize mutluluğu müjdeliyor. Kasların fiziksel olarak kıvrılabilmesi çok çok önemli, çünkü bu sayede ilgili mesaj ulaşıyor beynimize.
Yıllar evvel bir arkadaşımın babasının cenazesinde annesini uzaktan tabutun başında gülerken gördüğümde çok şaşırmıştım. Sonra yakınına gidince aslında gülmediğini sadece yüz çizgilerinin yukarı doğru derinleşmiş olduğunu farkettim. O günden sonra da kendime bu hedefi koydum. Benim de yüz çizgilerim yukarı doğru olacaktı.
Gülmek herkese çok yakışıyor. Seminerlerimde bazen alışkanlıkları nedeniyle asık suratlı oturan katılımcıları gözlüyorum. Onlara bu konuda farkındalık yaratmak için soruyorum: “Herkes aynaya bakmasa da görür kendini, bilir nasıl bir görüntüde olduğunu, en azından o an için. Hadi o zaman söyleyin bakalım şu an beden diliniz mutluluk yansıtıyor mu?” Biranda toparlanıp gülümsemeye başlıyorlar ve yüzlerinde gerçekten de güller açıyor.
Hem içimize hem de dışımıza bunu yansıtmak ne güzel ne kadar da kolay. Üstelik bize geri de dönüyor.
Çok yeni tanıştığım bir eczacı Hanım bana “Mutlaka eczaneme beklerim. Benim orası inanılmaz doludur dostlarla, herkes çaya, kahveye gelir” dediğinde çok yakın, güleryüzlü, nazik biri olduğundan emin olmuştum bu tarifinin gerçek olduğuna.
Dün tesadüfen uğradım. Evet dediği gibi içerisi doluydu. Esas beni şaşırtan içerisi değildi. Dışarıdan geçen herkes, o mahallelde yaşayan herkes ya el sallıyor ya öpücük gönderiyordu. Bir kısmı da başını uzatıp merhaba deyip gidiyordu. Bir daha baktım buna sebep ne diye: “Güleryüzü” ydü. Kesinlikle.
Reşat’a sormuştum: “3.evlilğe 5 ayda nasıl karar verdin?” Çok net şunu söylemişti: “Bakar mısın şu Rüçhan karımın yüzüne, bu güleryüz ömrümü uzatır dedim ve biran için bile tereddüt etmedim.”
İşte size sorularım:
-Kendinizi apansız gerçek bir aynada veya zihin aynanızda yakaladığınız anlarınızda nasıl bir beden diliniz var?
-Gülmeyi hatırlamak için neye ihtiyacınız var?
-Gülümseyen yüz ifadenizi daimi kılmak için farklı neler yapıyor olursunuz?
-O gülen “Siz”e baktığnızda; O size bu sayede farklı neler yaşadığını anlatıyor? Size ne tavsiyede bulunuyor?
Yüzümüzde hep gülücükler var eden bir yaşantımız olsun dilerim:)
Can Karaburçak-Mayıs

24 Nisan 2013 Çarşamba

Dank


images
Ben kafama dank etti deyimini sık kullananlardanım. Uyanmak, birden aydınlanmak , aymak, farketmek anlamında.
Almancada ise “Dank” (vielen dank gibi) teşekkür etmek anlamına geliyor.
Ne hoş diyorum anlam içinde anlam yüklü. Bunun için teşekkür etmez de ne yapmaz insan.
Günlerdir inanılmaz bir aktivite içindeyim. Hem bireysel koçluklar devam ediyor akşam iş çıkışı saatleri, hem gün içi firma randevuları, haftasonlarına denk gelen şehir içi, şehir dışı eğitimler sayesinde sürekli doluyum. Sosyal olarak çok özlediğim arkadaşlarımın İstanbul’a gelişi nedeni ile onlarla napıp edip buluşmaya da çalışıyorum, geç vakit de olsa.
Mutlaka haftada üç gün spora gitmeye çalışırken, gece olup da herşeylere yetişmiş ve ruhen rahatlayınca ah bir de ızgara hellimli ekmek yapmaya üşenmesem☺
Tüm bunlar arasında dün bir radyo programına konuk oldum. Konuk eden sevgili arkadaşım bana zamanımı tıka basa doldurduğumu bu yüzden kendime vakit ayırmadığımı gözlemlediğini söyledi.
Oysa ben öyle hissetmiyorum. En derinde bildiğim şey herşeyi kendim için yaptığım olduğu. Kendine vakit ayırmak sadece kitap okumak, yazmak, deniz kıyısına gitmek ve arkadaşlarla sosyalleşmek olarak adlandırıldığında sanki kendi istediğim hayatı yaşamıyormuşum gibi algılanabiliyormuş demek ki dışarıdan.
Oysa ki herşeyi ama herşeyi gerçekten seçerek bilinçle yapıyorum. Çok yanlız olduğum zamanlar geçiriyorum bazen; en üretken olduğum işler de hep bu anlarda çıkıyor esasen.
Esas doluluk sanırım benim için, pek de o kadar haz almadığım halde, özellikle kız arkadaşlarla gidilen herkesin hep bir ağızdan konuştuğu, gürültülü toplantılar, nişantaşı, istinye park alışveriş gezmeleri ki hiçbirine katılmıyorum ancak ikili, üçlü grup oluyorsak sonrasında buluşuyorum; güzel sohbet edebilme imkanı bulduklarımı kaçırmamak için.
Steve Jobs’un söyleşisini (Lost Interview)izlemek bana yine dank ettirdi bu durumu. Bilemem tabii sadece tahmin yürütebilirim ki daha uzun yaşamak isterdi mutlaka. Öte yandan da bu hayatında ne çok şey sığdırabilmiş. Onca para, şan şöhret (ki paranın önemsiz olduğunu sadece başarının onun için önemli olduğunu hep vurguluyordu) Tüm hayatını kendine ayırmıştı. Tutku ile yaptığı şeylere.
Yıl 1995 te kaydedilmiş, adam genç, saçları siyah, dökülmemişken, fikirleri henüz tazeyken. O söyleşi esnasında birden hapşırdı. Ben de istem dışı çok yaşa dedim. Söyleşiyi yapan hiç birşey demedi. Çok kısa biran da olsa aklımdan geçti; acaba çok yaşa deseydi durumu farkeder miydi?
Tek ve özgür olunca, çoluk çocuk mesuliyeti de olmayınca, hava bugünkü gibi insanın içini de açınca; hep dank ediyor ne kadar aslında sadece sağlıkta ve yaşıyor olmak yeterli ve esasen mucizevi. Üstüne bir de Steve’in ki kadar mıdır bilemem bir de tutku duyduğum işleri yapıyor olabilince daha ne ister insan diyorum☺
Can Karaburçak/Nisan 2013

15 Nisan 2013 Pazartesi

Kendini İkna Etmek



Mümkün.
Kesinlikle.
Sadece ikna olmaya geçerli nedenleri bulmalıyız. Gelecek odaklı kalarak. Neokorteks sistemimize geçerek.
Sonuçlarına katlanmaya razı geldiğimiz herşeyi biz seçiyoruz.
Nasıl algılandığımız umurumuza gelmiyorsa örneğin, bunu bilecek ve sonuçlarına katlanacağız. Hatta o zaman katlanmak değil de , seyretmek ve zevk almak dersek daha doğru olacak. Bile bile yapıyorsak sonucundan da zevk alıyoruz demektir; acı bile verse. Acıyı deneyimlemek de bir tattır kimi için. Vazgeçilmezdir hatta, hayattaki tadların farkına varma biçimidir. O olmazsa keyfli olmayı nasıl bileceğiz?
kimlikler
Bazı koçluk görüşmelerimde. “İç sesler diyoloğu” diye bir yöntemi kullanıyorum Çok güçlü bir yöntem. İçimizdeki değişik kimliklerimizi farketmek ve “hangisini daha çok hayatımza katarsak istediğimiz sonuçlara ulaşırız?”ı deneyimletmek için kullanılan bir yöntem.
Cılız bir şekilde zaman zaman duyabildiğimiz bir kimliğimizin sesine kulak vermek bazen bize inanılmaz yol aldırabiliyor. Onu o kadar duymamaya alışmış olabiliyoruz ki; örneğin içimizdeki sevecenliği, veya tersi durumda içimizdeki iş odaklılığını, başarılı olmayı, bu yönümümüzü ve özlemimizi su yüzüne çıkartabiliyor.
Bunu farketmek en önemli adım. Sonrasında o sesi duymak ve o kimliğimizi hayatımıza daha fazla entegre etmek bizi hangi sonuçlara götürür, işte ondan sonrası koçluk yöntemleri ile netleşiyor. Gerçekleştirmeyi hayal ettiğimiz ortamı güçlü koçluk soruları ve yöntemleri ile deneyimleyebildiğimizde o sonuç için motivasyon yaratıyor ve sonucu büyütmek, kalıcı kılmak için eylem adımları planlıyabiliyoruz.
İkna için geçerli nedenler bulmalıyız demiştik. Geçerli neden aslında bütünlük ve uyum içinde olmamızı sağlayan temel şartlar. Önyargılarımızla yapmaktan imtina ettiğimiz bir takım tutum ve davranışlara şans vermek.
Bu şansı vermiyorsak ve sonunda geldiğimizi noktadan hala memnun değilsek o zaman geriye iki yol kalıyor;
Durumu kabullenmek veya,
Durumu değiştirmek için ihtiyacımız olan başka kimliklerimizin bizde daha fazla söz hakkı sahibi olmasına , yaşamasına olanak sağlamak.

Affetmek de, Kimi?


bank
Affetmek istiyorum. Hem de çok.
Hepimizin kendi hikayelerimizi yazdığımızı çok iyi biliyorum. Tanıdığımızı düşündüğümüzden, yaşadığımız bizde iz bırakan anılarımızla oluşturduğumuz hikayemizin hepsi değilse de ciddi bir kısmı bize ait.
Diğer taraf açısından bakmak, düşünmek ne kadar istesek de düşünemeyiz. Bunu da biliyorum.
Onun kendi içinde oluşturduğu benimle ilgili hikayesini de tam olarak bilemiyorum; ki o da benimle ilgili hikayesinin önemli bir bölümünü kendi hikayesi üzerine kurmakta. İşte öyle bir sarmal içinde herşey.
Özlemiyor muyum? Hem de çok.
Birden tamamen bir yok oluş. Kendine ait tüm parçalarıyla. Öyle çabucak, önemsemden.
İşte devam ediyorum hikayemi oluşturmaya. O kadar sık anlatıyorum ki kendime, aklıma her geldiğinde, giderek daha çok inanıyorum bu hikayenin benim değil de onun hikayesi olduğuna.
İçimizde bir yerlerde, çözüm üretmek, herşeyi eski haline getirmek için debelenen o “tarafı” nedense bir türlü dışarıya çıkartamadığımız ne kadar çok anımız olabiliyor. Hayretle ve çaresizlikle izliyorum kendimi bu anlarda.
Bir yandan soruyorum kendime: “Unutmak ve bir daha fırsat vermek sana ne kaybettirir?” Cevabım hemen yapışıyor: “Ya bir daha aynı şey olursa? Ya tam kendimi ait hissederken, bir daha tüm halıyı çekerse altımdan? Ya ben bu dostluğun ömür boyu olduğuna eminken, bir anda kendisi için çok geçerli bir sebeple olduğuna en çok ben inandığım halde, arkasına dönüp bakmadan, benim için olan değerini çok da önemsemeden, sadece kendini değil, kendi ile birlikte getirdiği o dünyayı yine çekip alırsa? Ve ben bu anlamadığım bir şekilde devre dışı bırakılmış olduğum için çok üzülmüşsem ve hala üzülüyorsam? Bir daha aynı şeyin olmasına nasıl zemin hazırlarım ki?”
Ben benim çocuğum olsam, nasıl sakınır, kollardım kimbilir kendimi. Çekip almaya çalışmaz mıydım beni bu üzüntüden? Boşver demez miydim kendime?
Derdim tabii. Derdim ki; “Kimseden hiçbirşey bekleme. Hiçbirşey beklemeyeceğin kadar uzak, sana iyi gelecek kadar yakın dur.”
Ve artık söz alırdım ondan. “Bir daha yok öyle kendini kaptırmak, bir başkasının derdini dert, sevincini senin sevincin saymak. Olması gerekenden fazlasını yapmayacaksın, tıpkı onlar gibi kendin için iyi ve doğru olduğu sürece yapacaksın. Nazik olacaksın kendinden başka kimseyi önüne almayacaksın. Sistem, hayat ne getiriyorsa onun şartlarına hemen adapte olup, geride kalanı kibarlıkla gerinde bırakacaksın. Ona ne olmuş, üzülmüş mü, kalbini mi kırmışsın, çok da senden beklenmeyen bir şekilde mi gitmişsin aldırmayacaksın.Tamam mı?”
Karşımdaki “ben”in boynu bükük. “Peki” diyor.” İçindeki cılız sesi elinin tersiyle itiyor.
“Ama ben, ben olamam ki” diyen o sese,
“Sus artık; sen sen oldun da ne oldu sanki, bundan sonra herşey benim dediğim gibi olacak” diyor. “Böylece garanti olarak bir daha hiç incinmeyeceksin.
Hadi şimdi kendini affet, herşeyi sonuna kadar kendi bildiğince doğru yaptığın yine de bu sona geldiğin için kendine kızma. İnsan denediği için ancak “afferim” demeli kendine. Onu-onları değil, kendini affet; bu kadar sana sızmalarına, gönlüne girmelerine izin verdiğin için.
Artık senin için çok önemleri kalmadığında tekrar biraraya gelecek ve eskisinden daha hafif ve keyifli günler geçirebileceksiniz.
Zamana güven.”

28 Mart 2013 Perşembe

Geçmişe Sünger Çekmek – Mümkün mü Sahi?




images
Yine aynı rüya. Suadiye’deki o nefis yerde geçen onca yaz ve arkadaşlık o kadar yer etmiş ki içimde, kendimi huzursuz hissettiğim günlerin akşamında zaman zaman bu rüyayı görüyorum. Annem, ben, kızkardeşim ordayız. Evi satmışız ama gizlice kalıyoruz. Yeni sahipleri bilmiyor anahtarın hala bizde olduğunu. Sanki diğer komşularımız da sattığımızı bilmiyorlar. Yine biraradayız hepsi ile.
Rüyamda hem çok mutluyum, hem de çok ürkek; ya yeni ev sahipleri gelirse diye.
Belki okuyanlarınızdan rüyamın psikolojik yorumunu yapabilecekler olacaktır. Ben bilimsel olarak bakmaya çalışıyorum. Beynimizin işleyişi açısından.
Beynimiz nasıl bir organsa, içinden seçtiğimiz nörolojik yol ile hatıralarımızın bize pişmanlık ve tatsızlık yaşatanlarına da üzüleceğimizi bile bile gidebiliyoruz. Geçmişte olmuş bitmiş, yanlış alınmış bir karar için yeniden dertlenirken bulabiliyoruz kendimizi.
Sorum şu: Olmuşu değiştirme şansımız olmadığına göre, bu yolun üstünde kalmanın ne faydası var? Arabesk takılıp, gözyaşı dökerek ferahladığımızı düşünüyorsak çok fena yanılıyoruz. O hüzün anlarında iç sistemimize doluşan kimyasallar bizi için için gerçekten “yiyor.”
Şu an “gerçek zamanlı” olarak sonradan pişman olduğum bir karara ait anının saklandığı nörolojik yolun üstündeyim. Kendime eziyet veren duyguları, düşünceleri seçip seçip kendimi mutsuz kılıyorum. Almış olduğum bir karara karalar bağlıyorum. “Keşke yapmasaydım”diyorum. Midem eziliyor, gözlerim yanıyor. Yok yere. Değişemeyecek birşey için.
O güzel evimizi neden sattık? Nasıl razı geldik? Oysa o an için o karar çok doğruydu bizim açımızdan.
Öyle değil midir zaten? Aldığımız her karar o an için doğrudur. Hepimiz iyi niyetliyizdir. Belki olayı az analiz etmiş olabiliriz. O zaman bir dahaki kararda daha iyi analiz etmeyi hatırlamak dışında bu olayı geride bırakmalıyız. O nörolojik ağı, üstünde sürekli gezinerek sağlamlaştırmak yerine cılızlaştırmak için o düşünce ile bağımızı bilinçli olarak koparmalıyız. Gerçeklerden kaçmak değil yapılacak olan. Kabul edip ilerlemek. Takılmamak.
Bilmek ile yapmak arasındaki mesafe bazen ne kadar uzun olabiliyor …
Siz hangi nörolojik ağınızda gezinmektesiniz şu an düşünce olarak?
Güçlü yönlerinizin, cesur, mutlu ve başarılı anılarınızın olduğu yollara dalın. İçinizi mutluluk hormonu ve kimyasalları ile doldurun; gençleşin güzelleşin.
Hiç olmadı yüzünüzdeki 17 kasınızı çalıştırarak gülün.
Gülün hadi; böyle gülerken aklınıza mutsuz birşey getiremediğinizi farkedeceksiniz. Böylelikle en kolay yoldan düşüncelerinizin, anılarınızın “mutlu” olduğu nörolojik ağınıza giriş yapabileceksiniz.
Unknown

20 Şubat 2013 Çarşamba

Jung’un Günümüze Uyarlanmışı Bu Herhalde:))


Can Karaburçak/ Ağustos 2012
İlk defa Ankara’da 2007 senesinde ilgimi çeken  bir hitap şekli ile karşılaşmıştım. Istanbul’daki arkadaş çevremde gerçekten o güne kadar hiç duymadığım birşeydi bu; tesadüf de olabilir, yeni nesil, çocukların yaşı filanla da ilgili olabilir tabii.  Artık ilk kimler başlamışsa bu şekilde hitaba, hemen herkes sahiplenmiş ve içselleştirmiş görünmüştü bana. Yıl 2012 artık İstanbul’da da yakınlarımın çocuklarına seslenmesi benzer şekle dönüştü.
Çocuklarına, “anneciğim, babacığım, teyzeciğim, halacığım”  şeklinde seslenen bir sürü kişi var.
Büyüklerin çocukları farkına varmadan kendi kimlikleri ile ezdiğini düşündüğüm bir konuşma şekli bu. Çok masumane olmasına rağmen, o çocuklara küçükken kendi isimleri ile seslenilmemesi bana sanki ileride çocuklarda ve toplumda sorun yaratacakmış gibi geliyor.
Telefonunu açmak için izin istiyor mesela biri ve “Efendim anneciğim?” diyor. Kim acaba konuştuğu çocuğu mu annesi mi  anlayamıyorsunuz. (Çoğunlukla çocukların telefonuna cevap veriliyor sanırım, gerçek anneler bekleyebilirlerJ)
Gercekten neden böyle sesleniyor herkes miniklere, ileride çocuklar üzerinde bu aşırı sahiplik bir sorun yaratır mı?
Veya hiç zararı olmaz mi, merak ediyorum gerçekten, anlamaya çalışıyorum.
Başka lisanlar ve kültürlerde de var mı bu yaklaşım, varsa neye hizmet ediyor?

Bir Ömür Mutluluk; Paket Olsun Lütfen




Bir Ömür Mutluluk; Paket Olsun Lütfen
 (Kitabıma küçük bir  göndermedir.)

 imagesBir ömür mutluluk  diye birşey var mı?
Henüz ömrümü tamamlamadım şükür, ancak kesintisiz bir mutluluk  deneyimim de olmadı.  Evet hep aradım ve öyle olabilmeyı umdum. Yakaladığım zamanlar da oldu, ancak sürdüremedim; itiraf ediyorum.
Genç bir kızken, özellikle yaz tatillerinde zamanımı istediğim gibi “harcama” lüksüne de sahipken; kaybetme, başarısız olma, yanlış karar alma, olmayacak birine aşık olma gibi korkularım yoktu. Herşey eğlenceydi ve herşeyi geri sarmak, yeniden sıfırdan başlamak daha fazla mümkündü.
Peki bu arada ne oldu? Toplum beni kuralları ile sınırladı mı? Sanırım evet.  çünkü ben onların çoğu kuralını kabul ettim ve içselleştirdim. Bu da benim pek çok alanda vizyonumu ve spontanlığımı köreltti.
Geçen gün Bebek’ten Rumelhisar’ına yürürken o şahane manzaralı binalara baktım. Orada yaşayanların mutlu ve şanslı bir azınlık olduğunu düşünürüm hep. Onlar peki herşeye rağmen sadece burada oldukları için daha mutlular mı? Cevabı tahmin edebiliyorum.
Bazılarımız genetik olarak mutlu doğuyoruz. Eğer siz de benim gibi o şanslılardan değilseniz ve sadece bazı dönemler mutluluğu yakalıyorsanız, o zaman onu en sevdiğiniz yemeği yer gibi yavaş yavaş, tadına vara vara, sindire sindire yemenizi tavsiye ederim.
Ben hayatı uzun bir yol olarak algılayanlardanım. Herseyin otomatige bağlandığı bugünlerde artık vitesli hayatı tercih ediyorum. Seçtiğim hıza göre doğru vitese geçmenin tadına varmak gibisi yok. Hüner, hayatı da araba gibi bağırtmamakta, ağlatmamakta. Bazen benzinim azaldığından, bazen de sessiz kalmak istediğimden tabii ki vitesi arada boşa alıyorum.
Ara duraklardan yeni bir paket mutluluk almak mümkün artık benim için. Onu da tadına vara vara tüketmek, bir sonraki yolda yeniden alabileceğimi bilmek gibisi yok. Bir ömür mutluluk ancak böyle mümkün benim açımdan. Kesintisiz olanından imal edilmiyor sanırım. İlla ki eskiyor, yenisi gerekiyor veya tazelenmesi.
Bir ömür olacak diye aradığım mutluluk yerine artık yolda gözüme kestirdiğim durakta durup;
“Ver bir mutluluk daha, paket olsun” diyorum ve fonda çalan Chris Rea’nın muhteşem şarkısını sözlerini değiştirerek söylüyorum; “A Road to Heaven”.

Tek Bir Hayal Pek Çok Hayale Değer mi?




Hayaller Çemberi
Slide1
Bir çember yapalım hadi. İçini üçe beşe, kaça bölmek isterseniz bölelim.
Biri iş hayaliniz olsun mesela. Biri çocuğunuz için hayaliniz, diğeri arkadaş, bir diğeri eş, anne, baba, ortağınız, kardeş, yaşlılık, kendiniz, yaşadığınız yer .
Herbiri için en samimi hayaliniz ne?
1-Nasıl bir “kendinizle ilgili yaşlılık hayaliniz var örneğin?
Kimler var yaşlandığınızda yanınızda?
Arkadaşlar?
Aile?
Gençler?
Yeni tanışlar?
Kimse?
Köpek-kedi?
2- Ya sevgili-koca? Hayalinizdeki gibi mi ordaki durumlar?
3-Arkadaş hayali mesela?
Şimdi arkadaşlarınız tam da hayal ettiğiniz gibi mi?
Gelecekte de onlar mı var yanınınzda?
4- Anne-Baba-Kardeş hayaliniz
Hayalinizdeki daha mı şefkatli?
Tam da istediğinizi gibi her an sizin yanınızdalar mı?
Gerçek bu hayale yakın mı, uzak mı?
İlk üçü biraz kendi kontrol alanımızda olan hayaller. Onlara ulaşmak için yapabileceğimiz şeyler var.
Peki hangi hayalinizi daha çok büyütmek, gerçekleştirmek için çaba sarfetmek diğer hayalleriniz için de bir olumlu etki alanı oluşturur?
Sizi mutlu kılan hangi hayaliniz büyür veya hayal çemberinizdeki kendi önemini farklı bir yere taşır; büyütür veya küçültür?
Veya hayal ettiğinizden çok uzaklaşan bir gerçek sizi bir başka hayali gerçekleştirmeye taşımışsa, taşıyacaksa, o hayal küçülürken sizi üzmez mesela?
Untitled
“Hayaller kurma, gerçekci ol” diye diye büyütüldük, eğitildik. Oysa herşey hayal etmekle başlıyor yeni farkettik.
Şükür ki farkettik.

Eyvah! Okulum bitti, peki şimdi hangi işe başvurmalıyım, hangi kariyeri seçmeliyim?


 


Sanki tüm hayatım boyunca yanlış melodiyle dans etmiş gibiyim.(Nietzsche)
 images-1Sorularım:
Neyi yaparken coşuyorsun?
Neyi tutku ile yapmayı seviyorsun?
Olmakta mı işin tutku kısmı, yoksa yapmakta mı? 
Örneğin; başarılı olmak mı tutkunuz, yoksa başarılı olmanızı sağlayan şeyi yapmak mı?
Bunu farkettiğiniz an sadece kariyerinizi değil yaşamınızı da seçmiş oluyorsunuz.
Nietzsche’yi seviyorum;
“Öyle bir yaşam seç ki, defalarca yaşasan hiç bıkmayacağın olanından olsun.”
Tüm  koçluklarım gibi kariyer koçuluğunu da bütünsel yaklaşım üzerine yapılandırıyorum.  Yaşam bir bütün zira, şimdiki seçimlerimiz geleceğimizi doğuruyor.
Merve nefis bir genç kız. Pratik  bir zekası, güzel bir görüntüsü, onun ötesinde enfes bir kendini ifade edebilme becerisi var.
“Okul bitiyor, teyze ne yapacağım, nasıl bir işe başvuracağım, beni tam olarak ne mutlu edecek, ne istiyorum hiç bilmiyorum  lütfen bana yardım et” isteği üzerine konuşuyoruz.
Soruyorum:
*Neyi yaparken coşuyorsun?
*Neyi tutku ile yapmayı seviyorsun?
*İnsanların seni hayranlıkla seyrettiği, dinlediği, senin de kendini çoğaltarak var olduğun o sihirli anlarda sende neler oluyor?
*Coştuğun anlarda, tam olarak orada ne yapıyorsun?
*Dışarıdan sana baklıdığında nasıl gözüküyorsun ; gözlerin, sesin, beden dilin  nasıl?
*O anları yaşarken sen tam olarak kimsin?
*Bu anlar senin için neden değerli?
*Bu özel anları yaratmana neden olan sana has becerilerin neler?
*Hangi alanlarda/ortamlarda bu eşsiz keyfi deneyimliyorsun?
*Okulda nasıl deneyimliyorsun?
*Sosyal ortamında nasıl?
*Bugün 2023 senesindeyiz varsayalım. 10 yıl sonrasında tam da istediğin kariyeri yapıyorsun. O meslek her ne ise, hangisi olduğu önemli değil, insanlara işin ile ilgili neler anlatırken duyuyorsun kendini?
*Bu işinde bana anlattığın tüm o özel becerilerinden hangilerini en çok kullanıyorsun?
*İşini yaparken seni onda tutan “tutkun” ne?
Bir şey’den hoşlanmaktan söz edilir, aslında doğrusu; bu şey aracılığıyla kendinden hoşlanmaktır. (Nietzsche)
*Tekrar tekrar dünyaya gelsen, hep yapmaktan vazgeçmeyeceğin hangi parçası var bu kariyerin?
* Bu parçayı bulabileceğin hangi kariyer imkanları var?
Tutkunu keşfet, yaşam stilini seç; doğru kariyer önüne uzansın.

Kendi dansetmek istediğiniz melodiyi bulmanız/bestelemeniz dileğiyle nefis bir yeni yaşam diliyorum. Hazır 21.12.12 yi atlatıp, tekrar yaşama şansını bulmuşken :) 
music-notes

En Altta Yatan Değere Ulaşmak



Can Karaburçak/1 Eylül 2012
Son 5 senedir yavaş yavaş ve sağlam sağlam bedenime eklenen 8 kilodan kurtulmak için çeşitli oyunlar oynamaktayım; kandırma oyunları, kendi kendimle. Önce spor yapmak için İstanbul’un en pahalı en havalı, en, en, en, nesi varsa, o klübüne üye oluyorum. Kendi kendime “Bak sana istediğin herşeyi sağlıyorum artık düzenli gidersin” diyorum.  Evet nefis gidiyor başlangıçta sporlu hayat. Derken 2 hafta içinde bir sürü eğitim, görüşme, seyahat bahanesi  ile ve gerekçelerimin geçerli olmasının verdiği iç rahatlığı ile kaytarıyorum. Oysa  her gitiğimde spor sonrası duygusu bana kendimi şahane hissettiriyor. Ama hafızam “balık” bu konuda.
Derken zayıflamayı başarmış arkadaşlarımın diyet listelerini alıyorum. Okumadığım kitap yok. Hepsinin ortak aklını bulup uygulamaya koyuluyorum. İlk 4 gün nefis geçiyor. Hemen kilo da veriyorum. Sonraki günler ne oluyor bilmiyorum. Şu cümleleri kurarken yakalıyorum kendimi; “Aman ya geldik gidiyoruz.  Ne saçma şimdi kendimi şu nefis mezelerden, şaraptan, rakıdan eksiklemem. Boşver, sonra diyet yaparsın”.
Eee koçluk yaparken ne yapıyorum müşterilerime; onlara ulaşmak istedikleri şeyin değeri ne ise onu farkettirmek, isimlendirmek için sorular soruyor ve arkasından o konudaki motivasyonlarını nasıl devam ettirecekleri yönde güçlü bir süreç uyguluyorum.
Kendime bu neden işlemiyor? Sağlıklı olmak benim için değerli olmalı oysa. 8 kilo fazla ile sağlıksız değilim. Hatta bu yaşım için doğal botoksluyum, iyiyim yani. İç referanslıyım ya, başkalarının bana “ aa ne kadar kilo almışssın” demesi de, “sen halledersin” demesi de işe yaramıyor.
Ankara’dayım bu ara. Bir arkadaşıma rastlıyorum. Harika incelmiş. Bana diyetsiyeninin telefonunu veriyor. Hayatımda bir defa yıllar önce diyetisyene gitmişim, ondan da kilo alarak 2 hafta içinde ayrılmışım. Bana uygulanan baskı hoşuma gitmemiş. Buna rağmen kendimi bu yeni diyetisyenin  karşısında buluyorum biranda.Hangi ara vakit buldum, randevu aldım, gittim inanamıyorum ben de kendime.  Birden içim çoşku (Mine gülme biliyorum yanlış yazdım, olsun) ve istekle doluyor. “Lütfen beni hemen ele alın. Sizinle işbirliğine hazırım” diyorum. Ama o da ne; o beni kabul etmiyor. Uzak mesafeden çalışmazmış. “Yaa skype var, ben kilomu yağ oranımı, şunu, bunu yaptırırım gönderirim” diyorum.” Olmaz” diyor. İçimdeki istek nasıl kuvvetli oysa. “Yapmayın benim motivasyonumu öldürmeyin bu çok büyük bir kötülük “diyorum. “Hayır yapamam prensiplerime aykırı diyor ve beni reddediyor.:(
Çok merak ediyorum. Hangisi doğru? Bir müşterinin kendi için değerli bir sonuca ulaşmasını desteklemek adına ona esnek davranabilip el uzatmak mı , yoksa kendi tanımladığımız başarı kriterlerine sıkı sıkı sarılmak mı? Burada yanlış veya doğru yok. “Duruma göre” yaklaşımı olmalı sanırım. Cevabı düşüne dururken, hiç çalıştırmadığım bir bankadaki hesabıma o diyetisyenin 1 aylık  ücretini gönderiyorum. 6 ay boyunca da göndermeye söz veriyorum kendi kendime.
Peki bu altı ay boyunca nasıl olacak da diyet yapacağım? Daha da önemlisi hangi dürtü ile başlayacağım. Motivasyonum dışardan gelecek bir destek  ile  değil;  benden, içerden gelecek bir sağlam bir cevapla sağlanmalı çok iyi farkındayım.
Önümüzdeki hafta kendime ödevim; hastalanmadan, gerek olmadan bu kiloları vermenin benim içimdeki kilit değerini bulmak.
Onu bulunca bu işi sonuçlandırmak için harekete geçeceğim. Ve başaracağım.
Biliyorum.

Sürüngen Beynimi Özledim:))



Yıllar evvel Osmanlı Bankasında çalışırken iletişim ile ilgili bir seminere katılmıştım. Taksim Şubesi’ne müdür olarak atanmıştım. O şube çok prestijli ve genellikle yıllarca hizmet vermiş müdürlere emekli olmalarından önce ödül gibi sunulan bir şubeydi. Bense genceciktim. Henüz 33 yaşındaydım. Yine eşimden ayrılıyorken profesyonel başarıyı kucaklıyordum. Bir yandan yeni bir sorumluluğu üstlenmenin heyecanı diğer yandan da kimin kimi bıraktığından bağımsız ” özel hayattaki başarısızlık” hissi, yeni alışkanlıklara doğru çıkılan yolculuğun o iç sancısı.
İşte tam bu sırada Ergun Zoga’nin verdigi eğitim bana ilaç gibi gelmişti. Tüm duygularımızın esasen bedenimize salgılattığımız sıvılardan, yani kimyasallardan, hormonlardan oluştuğunun altını çizmişti. Tıpkı Schopenhauer’in aşkı bir hastalık olarak tanımlaması gibi, o da dinlediğimiz müziğin etkisi ile düşüncelerimizi farklı seçebildigimizi ve bu düşünceden yola çıkarak tüm duygularımızın oluştuğunu vbunu da davranışlarımıza yansıttığımızı. Karadeniz havası olmasına rağmen müziğin tanısından hüznü seçebileceğimizi, arabesk müziğin kesinlikle bilek kesmeye kadar götürebileceğini, neşeli bir müziğin ise bizi mutlu ettiğini zira mutlu anları hatırlattığını, mutlu düşünceleri seçtiğimizi. İşte bu tam zamanında gelen bilgi sayesinde evde ve arabada en azından bana mutlu şeyleri çağrıştıracak müzikleri seçerek ayrılma travmasını hafif atlamıştım.
Bugün artık çok iyi biliyoruz ki beynimize emri veren olarak herşeyden biz sorumluyuz esasında.E peki o zaman ne akla hizmet “moody” oluyoruz da hem kendimize hem de çevremizdekilere acı çektiriyoruz.Bunu farkederek veya etmeyerek biz seçiyoruz da ondan. Buyrun beynimize bakalım, nasıl işliyor:)
Yaklaşık 100 milyon yıl önce canlılarda sürüngen beyin oluşuyor. Burada savaş ya da kaç ikilemine yanıt bulunuyor. Tamamen yaşamsal alanda kendi varlığını korumaya yönelik bir sistem. Ondan 50 yıl sonra ise limbik sistem oluşuyor. Burada aidiyet, şimdi ve geçmiş bilgiler var. Kararlarımızı bu sistem ile alıyoruz ancak ya evet ya hayır kararlarımız, ara çözüm yok. Olumlu, olumsuz herşey burada tutuluyor. Aileler, gruplar bu sistemin devreye girmesiyle oluşuyor. Hayvanlar ile anlaşmamız da bu sistem sayesinde. Aynılık sistemi. Sadece (göreceli olarak elbette) 2,5 milyon yıl önce ise neokorteks sistem oluşuyor. İşte bu sistem sayesinde tüm alternatif fikirlere ulaşabiliyoruz. 16 trilyon nörolojik yol var burada, bu yollar sayesinde limbik sistemde alacağımız kararların seçeneğini evet-hayır kısıtından kurtarabiliyoruz.Bu sistem olumsuzu algilamiyor. “Hayalkırıklığına uğrama sakın Can” dediğimde kendimin hayalkırıklığına uğramış halini tamamen var ediyor, bedenimde bana bu hissi uyandıran tüm kimyasalları salgılatarak tam da olma dediğimi olduruyor.
Düşünceyi seç dünyan değişsin çok doğru bir yaklaşım. 
Bununla birlikte limbik sistem o kadar uzun yıllardır sürüngen sistem ile birarada ve mutlu mutlu işliyor ki neokorteks sistemi kullanabilmek için istekli, çok istekli ve kararlı olmak gerekiyor. Tüm seçeneklere rağmen hiç de bizi taşıdığı sonucun iyi olmayacağını göre göre, bile bile olmadık bir karar alabiliyoruz. Suçlusu alışageldigimiz rahat ettigimiz limbik sistemimiz. Schopenhauer bir erkeğin kadına olan ilgisini tamamen neslini sürdürmek dürtüsüne veriyor ve o dürtü yüzünden dişisinin peşine düştüğünü, işi bitince de çekip gitmek istediğini söylüyor. Aşk zaten sürüngen sistemde oluşuyor. Tamamen tepkisel, anlık. Gerçekten hastalık halı, iyi ki de uzun sürmüyor. Geçiyor olması bundan:)) o da sürüngen sistemin kendini yaşamaya kodlamasından sanırım. Uzatmak mümkün mü? Elbette mümkün, nasıl mümkün; neokorteks sistemde mutlu, olumlu düşünceyi seçerek mümkün. Her ne kadar limbik sistem sürekli olumsuz olayları, başa gelen mutsuz ilişkileri, sonları hatırlatsa da bu defa neokorteks sistemde kalmaya üstün gayret ederek, umut etmek ve farklı bir yol izlemek mümkün.
Ama bu akşam Leonard Cohen konserinde limbik sistemde kalacak olmaktan mutluyum. Hatta bir sürpriz yapıp sürüngen sistemim devreye girse ne hoş olur:))))

Ağaç Yaşken Eğilir




Çocuklar ne müthiş yaratıklar.
Ve büyüyorlar bir şekilde. Nasıl bir birey olacaklarına dair ipuçları çok da belli değil. Biryandan da çok fazla faktör var.
Olumlu genle gelenler: Bir canım bebek örneğin, ışıl ışıl, arkasında minicik yaşında iz bırakıyor. Nefis bir gülen yüz her kapıyı açıyor. Onunla birlikte yanında kim varsa sebepleniyor. Ben de onunlayım, sebepleniyorum ben de. Bu bebeğim güzel de üstelik. Başka bebekler var yine öyle güler yüzlü, onlar da güzeller cok. Güzeller çünkü güleryüzlüler, insanin içini açıyorlar. Güzel mi çirkin mi diye sorsanız, herkesin ortak cevabı “ay başka bir bebek” oluyor.
Derken güleryüzlü bebekler büyüyorlar. İş görüşmelerinde, arkadaş ortamlarında en çok sevilen, aranılan insanlar oluyorlar. Kariyerleri boyunca o olumlu dışa yansımaları sayesinde herkesten önce terfi ediyorlar ve kimse onları kıskanmıyor, herkesten tebrik alıyorlar, candan kutlanıyorlar. Belki de başkalarına göre daha az becerileri var ama patronlar onlarla çalışmak istiyor. Uyumlular zira. Takımdaki herkesin içini açıyorlar.
Genlerden şanslı gelmişler. Bu işin % 50 si diyor araştırmalar. Sonrası zaten hep böyle gidiyor. Çözüm odaklı ve pozitif tutumlu oluyorlar, olumlu dil kullanıyorlar kendiliğinden. Bebeliklerinden beri insanların ilgisini çekiyor olduklarından çevreleri ile barışıklar. Normal şartlar altında hayatları kolay ve önleri açık. Kendi hayalleri büyüklüğünde yaşıyorlar.
Olumsuz genle gelenler: İşte burada anne babanın tutumu çok önemli. Hem örnek olmak, hem de tutarlılıkla ve kararlılıkla davranmaları çok önemli. Daha çocuklarının bebekken aksi, huysuz olduklarını tespit ettikleri andan itibaren onlara nazik ama tutarlı olmaları öneriliyor. Taviz vermemek ve davranışlarda örnek olmak ve asla pes etmemek gerekiyor.
Dün dünya güzeli bir kız çocuğu ile tanıştım. Henüz oniki yaşında. Hemen ilgimi çekti, içimi çekti. On dakika olmadı ki ne kadar olumsuz bir karakter olduğu çıktı ortaya. Hiçbirşeyden memnun kalmadı. “Hava soğuk, hava sıcak, deniz soğuk, deniz dalgalı. Onu yemem. Bunu da yemem. Gidelim, sıkıldım. TV de program var onu seyretmek istiyorum. İnternetten değil tv den seyretmek istiyorum.” dedi. Günün sonuna dogru o güzellik silikleşti giderek, önemi kalmadı. Anne arkadaşları ile birlikte daha sohbet bile edemeden kalkıp gitmeyi, onun arzusunu yerine getirmeyi tercih etti.
Annenin öğretmek için ne güzel bir firsatı vardı oysa. İleride çocuğunu kollayamadığı zaman onun hayal kırıklıkları icin üzüldüğünde bilmeyecek ki herşeyi değistirme, çocuguna olumlu tutum alışkanlığını öğretme şansına sahipken yapmadı. Ona; tane tane, gitmiyor olmalarının gerekçelerini sakince anlatip, gitmeyip ( davranışı ile de destekleyerek) kızı surat assa bile orada kalmalıydı. Kızı sanıyor ki şimdi herzaman kendi istediği olacak böyle söylenip surat asınca. Oysa hayat çok sert olabiliyor. Önce arkadaşları onu hayal kırıklığına uğratacak. Sonra iş hayatı zorlu geçecek. Çok çok farklı başarıları becerileri olmazsa işi çok zor.
Öğretilmiş ve öğrenmiş olanlar: Bir pizza lokantasındayız. Çocuklar ingiliz. Anne onlara öğretmiş, bir çocuk yuvası sahibi zaten. Abla kardesin canı sıkılmasın diye ona oyunlar icat ediyor. Kendisi de minicik esasen. Belki onuncu kerede aynı filmi koyuyor anneleri önlerine, biz sohbet ediyor, kalmaya devam ediyoruz zira. Derken arka masadan başka İngiliz cocuklar eğilip dahil oluyorlar o filme. Fotoğrafta görüyorsunuz iste, hemen kulaklıklarını paylaşıyor ve birlikte izlemeye başlıyorlar. Anne, babalar mutlu, biz mutlu. Çocuklar dünya güzeli, özeli.
20120814-153903.jpg
Hiçbirşeyi için geç değil biliyorsunuz. O güzelliğinin herseye yeteceğini zanneden küçük kız için de geç değil; ya anne el atacak önce kendini eğitecek inatla kızına doğru davranışı öğretmeye, ya da kendisi daha zor yoldan ve geç de olsa öğrenmek zorunda kalacak.

Can’dan İç’ten Paylaşımlar



Can Karaburçak/Ağustos 2012
“Artık bana  kalsın istiyorum” dedi Zakiye Hanım. “Eşim çok çalıştı, cumartesi pazar demedi hep çalıştı. Bize emekli maaşımız yeter, çoluk çocuk da büyüdü çoktan. Artık bana kal diyorum ona.”
“Bana kal” ne güzel bir istek.
Çocukluğumdan beri karakterimden, burcumun aslan olmasına bağlayıp belki de bu burcun gereklerini yerine getirme endişesinden, hep her zaman tüm arkadaş gruplarımda program yapıcı, insanları, grupları birbirine tanıştırıcı, hadi hep beraber şuraya gidelim, bunu yapalım deyici, sohbetlerde herkesi güldürmeye, enteresan birşeyler anlatmaya çabalıyıcı olmak sorumluluğunu hissettim. O kadar herkesi aranmaya alıştırmışım ki sekiz sene gibi bir süre Ankara’ya iş için yerleştiğimde ve ben daha az onları arayabilir olduğumda beni kendiliğinden arayan kişilerin onlarca arkadaşımın arasından üçü beşi geçmediğini farkettim.
İstanbul’a geri döndüğümde de o üç beş kişiyi aramak bana yetti. Diğerleri ile “sadece zaman, mekan paylaşımı” yapmış olduğumu anladım, bu beni çok üzdü başlangıçta, zor kabullendim ama sonunda kabullendim.
“Akıllı olursan seni herkes sever” diyordu dün sahilde annesi 5 yaşındaki kızına. Sevgi alabilmek için akıllı olmaya çabalamak, komik, eğlenceli, eksantrik olmaya çalışmak. Takdir görmek, akılda kalmak, tanınır olmak için herşeyi herkesten önce öğrenmiş, bilmiş olmak, söylemiş olmak, okumuş olmak, yetmedi akılda tutmuş olmak,..şu olmak bu olmak.
Yaptıklarımın kaçını kendim için kaçını beni sevsinler, önemsesinler diye yapmaktaydım/yapmaktayım acaba?
Bugüne kadar gerçekten çok çalıştım. Hala da çalışıyorum.  Arkadaşlıklarımda, özel ilişkilerimde, gücümün ve aklımın yettiği, kendimden doğru baktığımda görebildiğim ölçüde, maddi manevi  hoşluklar yapmak için çok emek verdim, herkese çok zaman ayırdım. Onlar mutlu olduğunda ben de mutlu oldum. Veya daha doğrusu şu mu oldu diye düşünüyorum; kendim mutlu olmak için onları mutlu etmeye çalıştım. Daha derinde ise kesinlikle  daha çok sevilmek, vazgeçilmemek, hayat boyu birlikte olunmak için yaptım. Yanlış yok hiçbirinde. Kendim için yaptığım herşey doğru. Kontrol alanımın dışı olan diğer kişilerin istediğimi vermeleri için  yaptığım şeyler yanlış olmuş sadece.
Dün Zakiye Hanım’ın cümlesiyle birşeyler tekrar aydınlandı içimde.
“Kendime bugün farklı birşey söyleyecek olsam o ne olur ” sorusuna  yanıtım şu oldu:
“Can artık bana  kal”
Ya Siz?  Siz kime kalmak istersiniz?